11 Aralık 2013 Çarşamba

ImDb, Kelebeğin Rüyası ve Oscar

Kelebeğin Rüyası’nın, şimdiye kadar Oscar’a gönderdiğimiz 20 filmin içerisinde en yüksek ImDb (Internet Movie Database) puanına sahip olması, Oscar’daki şansının yüksek olduğunu mu gösteriyor?

Yönetmenliğini Yılmaz Erdoğan’ın yaptığı Kelebeğin Rüyası, 86’ıncısı düzenlenen Oscar Ödülleri’nde “En İyi Yabancı Dilde Film” dalında Oscar aday adayı oldu. Dünya’da sinemaseverlerin verdiği oylarla belirlenen ve filmler için önemli bir otorite haline gelen ImDb’de 7.9 oy ile, bugüne kadar Oscar’a gönderilen Türk filmleri arasında en yüksek oyu alan Kelebeğin Rüyası’nın, Oscar’da ne derece başarılı olacağı merak konusu.

2 Mart 2014’de sahiplerini bulacak Oscar Ödülleri’nde yarışacak olan Kelebeğin Rüyası, ImDb’de aldığı 7.9 oy ile başarılı bir film olduğu düşüncesi ve ödülü kazanma umudunun yanında tartışmaları da beraberinde getirdi.

Kanal D’de yayınlanan “Cinemania” programının editörü Fırat Sayıcı, ImDb’nin yeterli referansa sahip olmadığını düşünüyor. Sayıcı, ImDb’nin oldukça şeffaf bir sistem olduğunu, fakat her izleyicinin iyi bir sinema izleyicisi olmadığını, bu durumun da oyların gerçekliğini etkilediğini söylüyor. Sayıcı, “Örnek vermek gerekirse Ender’s Game, son zamanlarda izlediğim en kötü bilim kurgu filmlerinden biriydi. ImDb’deki puanı ise 7.2, bu çok gülünç” diyor.

ImDb  izleyici kitlesinin sinema bilgisinden şüphe eden sadece Fırat Sayıcı değil. Cumhuriyet Gazetesi'nde film eleştirmenliği ve sinema konulu röportajlar yapan Alper Turgut, ImDb'de Kelebeğin Rüyası'na 6 bin 12 kişinin oy verdiğini, dikkate alınması gereken bir kitle olmasına rağmen önemli olanın ayrıntıda gizli olduğunu belirtiyor. Oy verenlerin yüzde 43,7'sinin filme 10 tam puan verdiğini belirten Turgut, bunun güvenilir olmadığını ve kesinlikle ImDb'deki puanın referans alınmaması gerektiğini söylüyor:

“Kelebeğin Rüyası’na, sitede puan verenlerin yüzde 43.7’sinin 10 tam puan vermesi şaka gibi… Birileri bol keseden 10 yağdırmış…Bu sonuca sadece gülerim, kıs kıs gülerim, o kadar.”

Bu düşüncelerin yanında ImDb'nin dikkate alınması gerektiğini düşünenler de var. Öyle ki,  Sinematek Derneği'nde “Film Analizi” dersi veren Barış Saydam konu ile ilgili olarak, “Wikipedia' nın yaptığını ImDb  sinema alanında yapıyor, katılımcıların içeriğe katkılarıyla büyüyor ve genişliyor. Bu açıdan ImDb filmler için önemli bir referans site” diyor.

Peki, Kelebeğin Rüyası’nın Oscar adayı olma şansı var mı?

Sinema eleştirmenlerinin çoğunluğu bunun çok zor olduğunu düşünüyor. Bazıları filmin anlatım açısından yetersiz olduğunu vurgularken bir kısım sinemacı da kütürel uzaklık nedeniyle Kelebeğin Rüyası gibi filmlerin jüriye hitap etmeyeceğini düşünüyor.

SİYAD (Sinema Yazarları Derneği) yönetim kurulu üyesi Fırat Yücel, Kelebeğin Rüyası filminin şiire ve yaratma güdüsüne övgü olarak düşünülmüş bir film olmasına rağmen çok az sahnede bu coşku hissini yakalayabildiğini söylüyor. Fırat Yücel Kelebeğin Rüyası için, “Son yıllarda, düşük bütçe ile zekice yapılmış filmleri seçen akademi için Kelebeğin Rüyası demode kaçabilir. Film sanki bugünün değil, 15 yıl öncesindeki akademinin sevebileceği bir film gibi” diyor.

Film eleştirmeni Alper Turgut da Kelebeğin Rüyası için olumsuz eleştiri yaptı. Alper Turgut film hakkında, oyuncu seçimindeki yanlışlık, senaryodaki aksamalar, tempo sorunu, siyaseten tarafgirlik gibi pek çok olumsuzluğa değiniyor.

“Cinemania” programının editörü Fırat Sayıcı, Kelebeğin Rüyası için, hem ele aldığı konu, görsel yetkinliği hem de oyunculuk olarak tatmin edici bir film olduğunu söyledi. Ancak süresinin gereksiz yere uzun olduğunu ve Belçim Bilgin’in o rol için uygun olmadığını da vurguluyor.

Fırat Sayıcı, Kelebeğin Rüyası’nın Oscar Ödülü’nü kazanma şansı için, “Ödülü alan filmlerin yönetmen ve oyuncularına bakarsak, Türkiye'nin bu kaliteye sahip olmadığını ve uzun bir sürede ödülü kazanmasının zor olduğunu söyleyebiliriz” diyor.

Sayıcı, Oscar’ın sadece bir tören ya da yarışma olmadığını, Hollywood’un tüm dünyaya kendini pazarlama yöntemi olduğunu, ve bu pazarlama şöleninde Türkiye gibi bir ülkenin şansının pek olmadığını belirtiyor.

Star Gazetesi sinema yazarı Elif Tunca da görüşü destekleyerek, başarılı olan ülkelerin kültürlerinin yakın olduğunu, hikayeleri daha kolay kabullendirdiklerini ve anlamlandırdıklarını söylüyor:
“ Peki İran nasıl aday gösteriliyor denebilir. İran sinemasında köklü bir kültürel devamlılıktan dolayı, bizdekilerden daha sağlam bir anlatı yapısına rastlanabiliyor. Mecid Mecidi' nin Cennetin Çocukları filmi buna örnektir. “

Kelebeğin Rüyası’ nda ajitasyon dozunun yüksek olduğunu söyleyen Tunca, filmin şiir ve şair odaklı olmasına rağmen şiir ruhundan çok uzak olduğunu vurguladı: ”İki genç şair karakterin ağzına birkaç mısra koyunca şiirsel bir iş yapmış olmuyorsunuz maalesef. “

SİYAD Yönetim Kurulu Üyesi Deniz Yavuz ise, son 30 yılda Oscar'a 20 filmin gönderilmesinin ve ülke içerisinde bir akademinin toplanarak Oscar'a gönderilecek filmi seçmesinin büyük bir başarı olduğunu belirtiyor.

Yavuz, Kelebeğin Rüyası için ise film dili sebebiyle yenilikleri içinde barındıran bir film olduğunu, tanınmış isimlerin yer aldığını, BKM’nin bu film için tanıtım çalışmaları yapabilecek bir şirket olduğunu ancak Oscar’da başarı için bu yerel başarıların bir önemi olmadığını söylüyor.

Zaman Gazetesi sinema yazarı Ali Koca, “Kelebeğin Rüyası yeniden yapılanan kurgusu ile ( ikinci kez vizyona giren hali) tam anlamıyla Oscar için yapılmış bir film” diyor. Koca, Kelebeğin Rüyası' nın ABD'de yaptığı lobi faaliyetleriyle ( Akademi üyelerine filmi izletme ve söyleşi yapması) şansını artırma gayretinde olduğunu, 'Oyun' u kuralına göre oynadığını ve Oscar’ı kazanma şansının yüksek olduğunu söylüyor.

ImDb:

ImDb şuanda dünyadaki en popüler film sitesi konumunda. 1990 yılında kurulan ImDb, 1998 yılında dünyanın Amazon.com’a satıldı. Günümüzde 48 milyon kayıtlı üyesi bulunan ImDb’yi, her ay 100 milyonu aşkın kayıt dışı üyenin ziyaret ettiği söyleniyor.


İzleyicilerin oyları ile filmlerin puanının hesaplandığı sitedeki filmlere verilen oylar, bir formül üzerinden hesaplanıyor. Örneğin; siz bir film izlediniz ve oy vermek istiyorsunuz. Sizin verdiğiniz oy ile filmin güncel puanının toplamı, oy veren kişi sayısı ile filmin sıralamasının toplamına bölünüyor. Bu işlemden sonra sizin verdiğiniz oy filmin güncel puanını etkiliyor ve ortalamayı değiştiriyor.

1 Aralık 2013 Pazar

“Bir fırtına tuttu bizi” Selanik’e savurdu


Meriç Nehri’nin sakinliğine dalmış izlerken, Mehmet ile Yorgo’nun beraber görev yaptığı “0” noktasından geçtiğimi fark ettim.

Nedendir bilinmez, Yunan askerleri Türk askerlerine göre pasaport kontrolü yaparlarken çok daha yavaş hareket ediyorlar. Aslında bu durum sadece Yunanistan’da değil, İtalya Fransa gibi, diğer bazı Avrupa ülkelerinde de böyle. Bu yüzden, her ne kadar Yunanistan topraklarına giriş yaptım diye düşünseniz de, aniden duraksıyor ve 2 saati geçen kontrol çilesini yarım saat arayla tekrar yaşıyorsunuz.

Ve tekrar…

Bu kadar kontrollü olmalarının sebebini, daha vize alma işlemlerinde, daha önce gittiğim ülkelerin istemediği belgeleri istediklerinde düşünmeye başlamıştım. Nihayet sebebini öğrendiğimde şaşırmadım. Meğer Türkiye’den Avrupa’ya ilk çıkış kapısı olduğu için Yunanistan  böyle sıkı yöntemlere gitmiş.

Saatler süren sessiz bekleyiş yerini bir yolcunun endişeli sesiyle bozuldu. Yunan askeri, otobüsten bir kişinin ülkeye girmesine izin vermiyordu. Sebebi ise tur şirketinin dikkatsizliğiydi. Yolcunun vize başlangıcı birkaç gün sonraydı. Uzun uğraşlardan sonra uzlaşma sağlanamadı ve yolcu inmek zorunda kaldı. Onunla birlikte arkadaşı da yalnız bırakmak istemeyip indi sınır kapısında. Sessiz, karanlık, sadece tırların olduğu bomboş bir alanda sabahın dördünde iki kadın…

Rehber bir saat sonra Yunanistan’dan dönecek olan bir otobüsün onları alacağını söyledi. Pasaportları defalarca kontrol eden rehber… Peki ya o saate kadar ne yapacaklardı?
Bu şoku bir süre atlatamadım. Altı saatini otobüste geçirip sınırda o saatte inmek zorunda olmak çok sinir bozucu olsa gerek…

Gözlerimi açtığımda uçsuz bucaksız Volvi Gölü’ne bakakaldım. Bizdeki Sapanca’ya benziyor ama dikkatimi ağaçların arasına tek tek yerleştirilmiş iki katlı evler çekti. Göl öylesine dingin ki, evler onu izlemek için huzurla ağaçların arasındaki yerlerini almışlar.

Ve Selanik görünür…

Atatürk’ün doğduğu,
kuruluşu Roma İmparatorluğu’ndan da eskiye dayanan
tarihi büyülü kendisi yorgun,
ismini Büyük İskender’in kardeşinden alan şehir,
Thessaloniki…

Şehir merkezine girdiğinizde az önce gördüğünüz dingin manzara birden gözünüzün önünden siliniyor ve İstanbul’un o karışık binalarından pek de farkı kalmıyor. Ancak tek bir farkı var ki, sokaklarda İstanbul kadar insan ve araç göremiyorsunuz.

Şehre girdiğimde ilk ilgimi çeken yer Aya Dimitrus Kilisesi oldu. Hristiyan olduğu için Dimitri adında bir aziz, Hristiyan olmayan Romalılar tarafından öldürülüyor. Bu kişi adına 403 yılında Aya Dimitri Kilisesi yapılıyor. Geçmişte yanan ve sadece temeli kalan kilise yeniden inşa edilmiş. Kilise, Osmanlı döneminde cami imiş. Aya Dimitrus, Selanikliler tarafından şehrin “koruyucu meleği” olarak konumlandırılmış.

Aya Dimitri’ye girer girmez değişik bir koku hissettim. Tütsü desen değil, sabun desen değil. Daha önce tanımlamadığım bir koku…

Bu koku eşliğinde önlere doğru yürüdüğümde muazzam bir manzara karşıladı beni. Selanik’in sıkıcı sokaklarından geçip buraya girmek adeta uyandırdı duygularımı. İnsanlar İsa’nın olduğu tabloyu öpüp, dua edip, ağlıyordu. O kadar içten ve tutkuyla yapılan bir hareketti ki bu, onları dakikalarca hareketsiz seyretmeme neden oldu.

Biraz daha ilerlediğimde bazı din adamlarının insanlara bir şeyler yedirip dua ettiklerini, bazılarının ise ilahi okuduğunu farkettim. Ayinden ayrılanlar ise kilisenin koyduğu değişik tatta ekmekleri yüzlerine sürüp öpüyorlardı.

1912’lerden sonra, Osmanlı’nın elinden alındıktan sonra, hızla helenleştirilen şehirde Ortodoks yapı hakim. Helenizm, Grek kültürünü doğu kültürüne yayma çabasıdır. Yani Türkleştirilen Yunanistan, hızlıca eski kültürüne döndürülmüş. 1912’de Yunan Krallığı’na bağlanan ve Osmanlı geçmişini bir an önce unutmaya çalışan Selanik’de, Osmanlılar tarafından inşa edilmiş, senelerdir Ege Denizi’nin maviliğini izleyen tek bir yapı kalmış.  Günümüze kadar gelmiş tek ayakta kalmış yapı ve Selanik’in simgesi olan Beyaz Kule…

Beyaz Kule, Kanuni zamanında yapılıyor. Ancak Yunanlılar tarafından  alındıktan sonra şehri vaftiz etmek ve Osmanlı’dan arındırmak için bu kale dahil her yer beyaza boyanıyor. Böylece ismi Beyaz Kule olarak kalıyor. Kulenin şimdiki duvarları beyaz değil, günümüze kalmamış. Vaftizden kalan tek miras ismi olmuş.

Biraz ilerden yukarıya doğru çıktığınızda Bizans döneminde yapılmış Yedikule Surları karşılıyor sizi. Sur içinde bizde de olduğu gibi çarşı alanı var. Çarşıda simitçi, aktar, kağıtçı, hediyelik eşya dükkanları ve tüm şehirde olduğu gibi çok sayıda pastane ve börekçi mevcut.

Surları geçip Selanik Kalesi’ne girdim. Burada kalenin içini büyük merdivenleri çıkarak gezebilir ve Selanik’i panoramik izleyebilirsiniz. Kale içindeki özellikle hediyelik eşya dükkanları diğer Avrupa ülkelerine göre epey ucuz. Diğer ülkelerde 10 Euro’ya aldığınız  magnetler burada 1 Euro.

Aristotales Meydanı’na doğru giderken, Yunan krizinde büyük rol oynamış Tripeza Bankası’nın önünden geçtim. Yunanistan’daki söylenen kriz insanların haklarını hükümetten alamadıkları için yaşanan bir kriz. İnsanlar Türkiye’deki gibi açlıkla savaşmıyorlar. Buradaki emekli maaşlar yüksek ve insan hakları oldukça gelişmiş. Şimdiki hükümet, bu hakları ve maaşları azaltmaya çalıştığı için halk ve hükümet çatışma içerisinde.
Bina çok ihtişamlı ve devasa yapılmış diye düşünürken önüme bir araba galerisi çıktı. Lüks arabaların 3000 Euro civarındaki fiyatları görenleri çok şaşırttı ve düşündürdü. Araba fiyatları böylesine uygunken caddelerde lüks arabaların yer almaması çok şaşırtıcıydı.

Şehirde dolaşırken cadde üstü yada sokak arası farketmez, apartmanların hepsinin geniş balkonlu ve aynı en ile boya sahip olduğunu göreceksiniz. Aristotales Meydanı’nda, M.Ö. yaşamış önemli bir filozof olan Büyük İskender’i eğiten Aristotales’in heykeli mevcut. Bu meydanda daha önce duymadığınız kulakları tırmalayan korkutucu jet seslerini duyabilirsiniz. Bu jet uçaklar akrobasi hareketler yaparak gösteri yapıyorlar, ancak sesi hiç de görüntüsü kadar hoş değil.

Bizde Çırağan Sarayı nasıl büyük bir otelse bu meydanda da Electro Palas Oteli ve binaları çok ünlü. Kanuni tarafından yaptırılan Beyaz Kule de bu meydanda yer alıyor. Bu meydandan Beyaz Kule’ye kadar, kordon boyunca fastfood, balık restoranları yada sadece içecek olan restoranları var. Frappe buranın geleneksel içeceği ve çok yaygın bir şekilde satılıyor.

Bize coğrafi olarak ne kadar yakın olsalar da, burada Türk damak tadına uygun yemek bulmak biraz zor. Bu yüzden eğer Türk damak tadına uygun bir restoran arıyorsanız Aristotales Meydanı’nda kordon boyundaki Mangio’yu deneyebilirsiniz. Fiyatlar uygun, yemekler güzel ancak servis yavaşlığını göze almanız gerekiyor.   
Selanik’in gece hayatı ise oldukça hareketli. Publar hiç boş kalmıyor. Özellikle Aristotales Meydanı’nda, gecenin ilerleyen saatlerinde bol bol insan görebiliyorsunuz.

Selonique...
Salonik…
Bizans, Osmanlı ve Yunanistan’ın en önemli şehirlerinden olan,
Balkanlardaki tüm devletlerin günün birinde bayraklarını dikmek istedikleri,
İstanbul’un kızı İzmir’in ikizi olan şehir.

Tarihinde birçok kültürü barındırmış ve dünyanın sayılı şehirlerinden olan Selanik, geçmişinde yaşadığı büyük depremler ve yangınlar sonucunda tarihi güzelliklerinin çoğunu kaybetmiş. Burada 1950’lerden kalan bir mimari yapı göremezsiniz diyor rehber. Gerçekten de sayılıydı gördüklerim. Tarihindeki hareketlilikten midir bilinmez, sokaklar ruhsuz, yorgun, sakin…

Ancak Selanik için çok fazla mürekkep kullanılmış. Arşivlerinde Selanik üzerine yaklaşık 3350 çalışma var.
Yunanistan’ın Atina’dan sonraki 2. büyük şehrinde 365 bin kişi yaşıyor. Sokaklarda insan görmememe şaşırmamak gerek.

10 Kasım günündeki Atatürk Evi manzarasına değinmemek olmaz…

Atatürk Evi’nin önündeki cadde Yunan polisleri tarafından kapatıldı. Günlerdir sokaklarda göremediğimiz Yunan polisi bugün özel güvenlik önlemleri almıştı Türk Konsolosluğu ve Atatürk Evi’nin önünde.

Saat 9 a geliyor…

Daracık alanda, yüzlerce insanın Atatürk’ün evine girebilmek için parlayan gözlerini görebiliyorsunuz.
Kalabalık var, insanlarda tutku var ama organizasyonda coşku yok. Ses sistemi ve evin bahçesinde konuşma yapanların görüntüsünü veren ekran bahçe kapısının üzerine kurulmuş. Dışardaysanız içeriyi buradan görüyor ve duyuyorsunuz. Ancak o gün kamera daha çok evin dışındakileri çekti.

Saygı duruşu, İstiklal Marşı, misilleme Andımız’dan sonra yapılan “Türkiye laiktir laik kalacak”, “Her yer Taksim her yer direniş”, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganları, balkonunda minik bir Yunan bayrağı bulunan teyzenin, balkonunda oturup toplanmış kalabalığı izlemesine neden oluyor.
Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu’nun konuşmasından sonra artan sloganlara, buranın slogan için uygun bir yer olmadığını düşünenlerin katılmamasıyla son veriliyor. Kısa süren sloganlardan sonra resmi tören de bitiyor. 

Törenden sonra katılan birçok okulun öğrencileri hazırladıkları konuşmaları  sundular. Türkiye’deki törenlerden tek farkı, Yunan polislerinin aldıkları önlemlerle birlikte garip bakışları.
Ve de azınlık olmanın verdiği his… Lütfedilen anma töreni…


Gözbebeği Selanik’ten ayrılırken, çok istemesine rağmen, Yunanlılara geçtikten sonra Selanik’i bir daha hiç göremediği için, sevdiği Selanik türküleri eşliğinde, Atatürk’ü bir kez daha andım…

17 Kasım 2013 Pazar

Türkiye gündemi Atatürk Evi’ne taşındı




 Mehmet ile Yorgo’nun beraber görev yaptığı sınır kapısından giriş yaptık Yunanistan’a. 10 Kasım’ın önemi hissedilmeye başlamıştı otobüste. Binlerce kişi bakanın konuşma yapacağı 10 Kasım törenine doğru yola çıktı. Kuruluşu MÖ 315 yılına dayanan, ismini kurucusu Makedonya Kralı Kassandros’un Makedonya tahtında hak iddia edebilmek için evlendiği, Büyük İskender’in kız kardeşi Thessaloniki’den alan şehre, Selaniki’ye… Selanik’e…
Selanik, 1912’de anlaşmayla Yunan Krallığı’na verilen ve Osmanlı geçmişini bir an önce unutmaya çalışan bir şehir. O kadar ki, Selanik’te Osmanlılar tarafından inşa edilmiş, günümüze kadar gelmiş, tek düzgün kalmış yapı ve Selanik’in simgesi olan Beyaz Kule, Kanuni zamanında yapılıyor. Ancak Yunanlılar tarafından  alındıktan sonra şehri vaftiz etmek ve Osmanlı’dan arındırmak için bu kale dahil her yer beyaza boyanıyor. Böylece ismi Beyaz Kule olarak kalıyor.          


Atatürk Evi ise dışardan bakıldığında hala ilk günkü güzelliğini koruyordu. Aya Dimitriya Mahallesin’de ve Apostolu Pavlu Caddesi üzerinde yer alan Atatürk Evi, Yunan polisleri tarafından caddede trafiğin olmasını engellemek ve gelen geçeni denetlemek adına kapatıldı. Polis, özel güvenlik önlemleri almış, ziyaretçi Türkleri bekliyordu. Bir süre caddeden sadece Türklerin geldiği otobüslerin geçmesine izin verildi. Türkler, biraz sonra  “Her yer Taksim her yer direniş” sloganları atılacak törene doğru gidiyordu.

Daracık alanda, yüzlerce insan Atatürk’ün evine girebilmek için parlayan gözlerle bakarken saat 9 a geliyor…
Ses sistemi  ve evin bahçesinde konuşma yapanların görüntüsünü veren ekran, bahçe kapısının üzerine kurulmuş. Dışarda yani bahçe kapısının dışındaki alandaysanız, içeriyi buradan görüyor ve duyuyorsunuz. Ancak o gün ekran daha çok evin dışındakileri gösterdi.
Türkiye’deki sirenler elbette burada yok. Hafif bir müzik eşliğinde 2 dakika saygı duruşu…

İstiklal Marşı ve misilleme Andımız’dan sonra yapılan, “ Türkiye laiktir laik kalacak”, “Her yer Taksim her yer direniş”, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganları, balkonunda minik bir Yunan bayrağı bulunan teyzenin, balkonunda oturup toplanmış kalabalığı şaşkınlıkla izlemesine neden oluyor. Kadın Türklerdeki gerginliği hissetmişti ve gözünü ayırmadan töreni izliyordu. Onu fark eden ziyaretçilerin yüzlerindeki gülümseme kısa sürdü.
Tam da “Keşke duyduğum şeyler arasında Atatürk’ün sevdiği şarkılar olsa da yapılan şey resmi törenin görev algısından biraz olsun çıksa” diye düşünürken gelen bu sloganlar, Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu’nun konuşmasından sonra arttı. Bakan geldikten sonra insanların yüzlerindeki heyecan birden yerini öfkeye bıraktı. Artık yüzlerde Atatürk’ün Evi’ni görmenin ve onu anmanın mutluluğu yerine hoşnutsuz homurdanmalar vardı.

“Büyük Türk milleti, kendisinin milletimize vasiyet olarak söylediği, muhasır medeniyet seviyesinin üzerindeki yolculuğa, onu daha iyi anlayarak, onun o mücadeleci ruhunu milletle gönül gönüle, omuz omuza yaptığı mücadeleyi, bundan sonra biz de milletimizle birlik ve beraberlik içinde, güçlü Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni oluşturmanın gayreti içinde olacağız” diyordu Müezzinoğlu. Ancak dışardaki insanlar, o konuşurken sesleri daha da yükseldiği için bakanın bu sözlerini anlamamıştı. Anlayanlardan da “eminim öyledir” konuşmaları geliyordu.

İki bini aşkın kişinin olduğu alanda, milletvekilleri, sivil toplum kuruluşları üyeleri ve gazeteciler göze çarpıyordu. Ayrıca çok sayıda insan grup halinde Ata’yı anmak için Yunanistan’ın yolunu tutmuştu. Bu insanlardan kimisi ağlıyor, kimisi slogan başlatmaya çalışıyor, kimisi de onları videoya çekiyordu.
Resmi törenden sonra, katılan birçok okulun öğrencileri hazırladıkları konuşmaları sundular. Türkiye’deki törenlerden tek farkı Yunan polislerinin aldıkları önemler ve Yunan vatandaşlarının şaşkın bakışlarıydı…

Atatürk evi:
Atatürk'ün yaşadığı evi 1932 yılında Yunan Başbakanı  kendisine hediye ediyor, ancak Atatürk buraya hiç dönemiyor. Bu yüzden dışişleri bakanına talimat veriyor ve buranın konsolosluk olmasını istiyor. Öldükten sonra ise müze olarak kullanılmaya başlanıyor.
Mustafa Kemal Atatürk’ün doğduğu ev, Kültür ve Turizm ile Dışişleri Bakanlıkları tarafından restore edildi, çalışmalar 3 yıl sürdü. Ağustos 2013’de Bakan Ömer Çelik tarafından yeniden açıldı. Müzede sadece eşyaların fotoğrafları yer alıyor. Eşyalar ise restorasyon çalışmasından sonra Ankara, Samsun ve İznik'teki müzelere gönderildi. Modern müzeye dönüştürülen Atatürk Evi’ne Marmara Üniversitesi, Yeditepe Üniversitesi ve Fatih Üniversitesi katkıda bulundu.
 Eşyaların imitasyon olduğu, Atatürk’ün onları hiç kullanmadığı söylense de Atatürk Evi’ne giden ziyaretçiler beklediklerini alamadıklarını söylüyorlar.  Gazeteci Stelyo Berberakis de ziyaretçilerin görüşlerini paylaşıyor:
“Tadilattan geçmiş yeni evi ziyaret edenler, ‘Atatürk Müzesi’ yerine, yeni inşa edilmiş kiralık lüks ve boş bir dairenin içinde dolaşır gibi hissediyor kendilerini. Ben Atatürk’ün gerçekten müze niteliği taşıyan eski evinin korunmasını isterdim.”

Evde Murat Taşkın’ın yaptığı Atatürk'ün balmumu heykeli var. Bahçeye girdiğinizde Atatürk doğduğunda babası tarafından dikilen nar ağacını görüyorsunuz. Bu ağaç Atatürk'ten arda kalan tek canlı varlık…

7 Kasım 2013 Perşembe

Kalsiyum "Tadında bırakacak kadar" kullanılmalı

Endokrinoloji uzmanları, kalsiyumu,  vücut için olmazsa olmaz olarak görürken bir yandan da fazlasının kalp krizi ve böbrek taşı gibi ciddi rahatsızlıklara sebep olabileceğini söylüyorlar.

Endokrinoloji doktorları, Prof. Dr. Hüsrev Hatemi, Dr. Volkan Demirhan Yumuk, Uzm. Dr. Zübeyde Yüce ve  Dr. Ülkü Duraksoy ile kalsiyumu vücudumuza en sağlıklı şekilde nasıl alabileceğimizi, ne kadar almamız gerektiğini ve kalsiyum takviyesinin yan etkilerini konuştuk.

Kalsiyumu, kemiklerdeki yapı maddesi, kaslardaki kasılma olaylarının vazgeçilmez yardımcısı, kan pıhtılaşmasında başrol oynayan iyonlardan biri olarak tanımlayan Prof. Dr. Hüsrev Hatemi  kalsiyum eksikliğiyle ilgili, kalsiyum kanda belli bir düzeyin altına inerse sinirlerin uyarılmasının aşırı artacağını, "epilepsi=sara" ya benzeyen kasılmalar ortaya çıkacağını söyledi.

“İnsan organizması sadece kimyasal sentezlerin olup durduğu bir pota olmayıp, en gelişmiş bilgisayarlardan daha kompleks bir etkileşimler ağına da benzediğinden az kalsiyum kadar aşırı kalsiyum da zararlı etkiler yapar” diyen Hatemi, çocuklarda ve yetişkinlerde, hastalık varsa  (raşitizm gibi, çölyak hastalık gibi durumlar) kalsiyum takviyesinin gerekli olduğunu ancak sağlıklı ve güneş görmesi yeterli kişilerde  kullanılmaması gerektiğini söyledi.  Ayrıca Hatemi, “Menopozdan sonra, kadınlarda ve yaşlı erkeklerde osteoporoz varsa yine hekim kontrolü altında doz ayarlanır” dedi.

Hatemi, fazla kalsiyumun kalp krizine neden olduğunu, fakat bu gibi olaylarda kalsiyumun ortada belirmesi, bazen de sebep değil, sonuç olarak (hücre ölümü ile ilişkileri sebebiyle) da karşımıza çıkabileceğini söyledi:
“Kendi oluş sebeplerine bağlı olarak hücre ölümü olayı başlayınca çok önemli bir iyon olan kalsiyum olay mahallinde belirir ve bazen da suçlu sanılır. Kalsiyum tabletleri zehir değildir. Fakat, bazen lüzumsuz oldukları için olumsuz etkilidir. Bütün tedavilerde olduğu gibi hastalık varsa gerektiği kadarı, hastalık yoksa destek için veriyorsak ‘tadında bırakacak kadar’ kullanılmalıdır.”

Fazla kalsiyumun zararlarını konuştuğumuz bir diğer doktor olan, Dr. Volkan Demirhan Yumuk,  2 g üstünde kalsiyum alımının idrar yollarında taş riskini anlamlı derecede arttırdığı söyledi.

Uzm. Dr. Zübeyde Yüce, kalsiyum metabolizması  hastalıkları ve menopoz dışında kalsiyum kullanılmasının sakıncalı olduğunu,  günde 2000 mgr üzerindeki dozlar, dokularda, damar, böbrek ve beyinde hasarlara neden olabileceğini söyledi. Ayrıca D vitamini de kişide düşükse alınan kalsiyum kemiklerde etkisiz olacağını, mutlaka D vitamini ile verilmesi gerektiğini vurguladı: “Menopozdan sonra da kadınların kalsiyum ihtiyacının D vitaminiyle beraber mutlaka dışardan verilerek karşılanması gerekiyor.” 

Dr. Ülkü Duraksoy’a göre, kalsiyum bir mineral, bir eser element olup, vücutta tek başına hareket etmediği için tek başına kalsiyum kullanılması kesinlikle tavsiye edilmemeli.

 Prof. Dr. Hatemi, hastalık söz konusu değilse bir erişkinin günde 600 mg ile 1gram arasında kalsiyumu beslenme yoluyla almasının yeterli olduğunu vurguladı. 
 
50 gram beyaz peynirde, 1bardak sütte ve 200 g yoğurta 270 mg kalsiyum alınacağını, örneğin günde 2 bardak süt içilmesiyle sağlıklı bir kimsenin günlük kalsiyum ihtiyacının yarısını karşılamış olacağını belirten Hatemi, “Ekmekte, yumurtada ve taze meyvelerde , sebze yemeklerinde de süt ürünlerinin 3 veya dörtte biri kadar kalsiyum vardır. Et, pilav ve makarna kalsiyum kaynağı olarak zengin değildir. Bir yumurta ile 40 mg kalsiyum alınabilir” dedi.

 Dr. Ülkü Duraksoy’a göre ise, kalsiyum yeşil yapraklı sebzelerde, marul  gibi salatalarda en sağlıklı şekilde vücuda alınmaktadır ve sütteki kalsiyum yüksek fosforla beraber olup bioyararlanımı vücut açısından yeşil yapraklı sebzeler kadar faydalı değildir:
“Çünkü sebzelerde magnezyumla kalsiyumun birlikteliği daha ön plandadır. Bir tek anne sütünde bu durum değişmektedir. Anne sütünde kalsiyumun yararlanımı en mükemmel şekildedir. Kalsiyum/magnezyum oranı anne sütünde 2/1 dir ve kalsiyum tamamen faydalı bir biçimde kullanılır.”

Duraksoy, kalsiyum takviyelerinde bu 2/1 kalsiyum magnezyum oranı korunduğu müddetçe ve hastanın D vitamin düzeyi ölçümlenerek takviyesi sağlandığı sürece herhangi bir sorun olmadığını söyledi.

Kalsiyumun alınması gereken günlük dozu:
Prof Dr. Hüsrev Hatemi: “Osteoporoz, Hipoparatiroidi, Osteomalasi, Çölyak hastalık gibi durumlar yoksa haftada 2-3 gün ,istenirse kalsiyum tablet alınabilir.(500 mg-1ooo mg arasında)”
Dr. Volkan Demirhan Yumuk: “Günde 1- 1.5 g elemental kalsiyum öngörülen doz.

Uzm. Dr. Zübeyde Yüce: “Kişinin günlük ortalama kalsiyum ihtiyacı 1000_1500 arasındadır.”

29 Ekim 2013 Salı

“Medyanın cinsiyetçi ikiyüzlülüğü”

Toplumsal Cinsiyet ve Medya konularında çalışmaları olan Itır Erhart, Çocuk Çalışmaları Derneği’nden A. Zeynep Kılıç ve İnsan Hakları Hukuku Uygulama ve Araştırma Merkezi'nden Gökçeçiçek Ayata ,bebeğini 9 gün evde bırakan anne ile ilgili çıkan haberlerde, sosyal, psikolojik ve hukuki açıdan ihlaller yapıldığını söylediler.

İstanbul Bilgi Üniversitesi Çocuk Çalışmaları Birimi'nde (ÇOÇA)  projeler danışmanı, araştırmacı ve çocuk hakları eğitmeni olarak çalışan A. Zeynep Kılıç, bebeğini 9 gün evde bırakan anne ile ilgili çıkan birçok haberin medyanın cinsiyetçi ikiyüzlülüğünden kaynaklandığını söyledi.

Olayla ilgili 22Ekim günü bazı gazetelerde çıkan başlıklar şöyle:
Milliyet “Cani annenin ölüm tatili”
Şok “Vicdansız Yaratık”
Vatan “Senin Kalbin Var mı?”
Star “Bebeğini ölüme terk etti tatile gitti”
Posta “Bebeğini aç susuz bırakıp öldürdü”
Sözcü “Kan donduran ifade”
Zaman “Canavar anne 2 aylık bebeğini ölüme terk etti”
Sabah “Tatilde vicdanın hiç mi sızlamadı/ Anne vahşeti”

“Bu ölüme neden olan bir kadın değil de bir erkek olsa böyle bir haberleştirme hali görmeyecektik” diyen Zeynep Kılıç, Türkiye’de erkeklerin kadınları ve çocukları sürekli öldürdüğünü, taciz - tecavüz ettiğini, medyanın da bunları görmezden geldiğini ve meşrulaştırmak için gerekçeler sunduğunu söyledi. Kılıç, “Ölenin ve öldürenin kim olduğu medyanın bakışını doğrudan etkiliyor ve her ikisinden biri kadın olduğunda, fatura neredeyse hep kadına kesiliyor. Bu medyanın cinsiyetçi ikiyüzlülüğü ve bunun her fırsatta açığa çıkarılması gerekiyor” dedi.

Olayla ilgili çıkan haberlerin, medyadaki cinsiyetçi algıyı bir kez daha gösterdiğini söyleyen Kılıç, cinsiyetçi yaklaşımın, Türkiye’deki ana akım medyanın hak temelli bir habercilik anlayışına sahip olmamasından kaynaklandığını belirtti:
“Bu olayda da çocuğunun ölümüne neden olan kadının, bu ihmale neden olan davranışını analiz eden, arkasındaki toplumsal yapıyı ortaya koyan bir haber yapılmadı. Kadın sadece anne olarak tanımlandı ve ‘anneliğin kutsallığı’ miti çerçevesinde bir canavar olarak yaftalandı. Oysa kutsal olan annelik değil yaşam hakkıdır.”

“Medya toplum vicdanını rahatlatmaya çalışıyor”
Kılıç, kadının, ne bebeğin babasından, ne kendi ailesinden, ne çalıştığı okuldan, ne doğumu yaptığı hastaneden herhangi bir destek görmediğini, tam tersine Türkiye'de bekar bir anne olmanın tüm zorluklarıyla kendi başına mücadele ettiğini söyledi:
“ Medya ise bütün bunları görüp açığa çıkarmak yerine kadını "cani, vicdansız, bebek katili, hasta" vb. tanımlayarak sorumluluğu kadına yüklemeye ve güya toplum vicdanını rahatlatmaya çalışıyor.”

“Bu olay olurken sizin uzmanlarınız neredeydi?”
Kılıç, annesi ve babası eğitim ve emniyet teşkilatında çalışan, hastanede doğmuş olan bir çocuğun bu biçimde ölmesinin asla sadece annesinin sorumluluğu olamayacağını, dolayısıyla, eğer tüm bireyler için hak temelli bir habercilik yapılacaksa bu tür olaylarda devletin sorumluluğunun ısrarla hatırlatılması gerektiğini söyledi:
“Hak temelli bir habercilik yapılırken, sadece Aile Sosyal Politikalar ve Milli Eğitim Bakanlarının açıklamaları yayınlanmamalı, bunun yanında,  ‘peki bu olay olurken sizin uzmanlarınız, yöneticileriniz, memurlarınız neredeydi?’ diye sormak gerekir.

“Yaşam hakkı sadece nefes almayı değil, sağlıklı ve mutlu yaşamayı kapsar”
Bu olayda yaşam hakkını kaybeden sadece ölen bebek değil, aynı zamanda annedir diyen Kılıç, yaşam hakkının sadece nefes almayı değil, sağlıklı ve mutlu yaşamayı, bu olanağa sahip olmayı kapsadığı düşüncesinde.

"Bu çocuğun bir de babası yok mu?"
Kılıç, medyanın içinde bulunduğu olumsuz durumun tek tesellisi olarak, bazı gazetelerde ve internet sayfalarında, çoğunluğu kadın yazarlar tarafından yazılan köşe yazılarında bulunan "bu çocuğun bir de babası yok mu?" sorusunu gösteriyor. Kılıç, bunun da yeterli olmadığını, bu olayda devletin de sorumluluğunun altının çizilmesi gerektiğini söyledi.

Kılıç, “Yeni öğrendiğim bir söz var: ‘Her suç topluma sorulmuş bir sorudur’. Bu ve benzeri tüm olaylarda en başta devlet yöneticilerinin ve toplumu biçimlendirme gücü ve sorumluluğu taşıyan medyanın ve ardından hepimizin "bu kötü sonucun ortaya çıkmasında bizim etkimiz, dahlimiz, sorumluluğumuz nedir?" diye sorması gerekiyor” dedi.

İstanbul Bilgi Üniversitesi İnsan Hakları Hukuku Uygulama ve Araştırma Merkezi'nde uzman olarak çalışan Gökçeçiçek Ayata, çıkan haberlerle ilgili, “Olayın şüphelisi anne hakkında çıkan haberlerde kullanılan ‘canavar’, ‘cani’, ‘zalim’ ve benzeri ifadeler, şüphelinin isminin açık şekilde yazılması, yüzü açık şekilde görünen fotoğraflarının kullanılması, mesleğine ve bebeğin doğumu sırasındaki medeni durumuna dair yapılan yorumlar, kullanılan dil... Bunların tümü çok problemli” dedi.

Ayata, basının, olaya ilişkin meslek etiğini çiğneyen tavrının, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti tarafından kınandığını, soruşturmayı yürüten savcılığın da bu konuda bir açıklama yapma ihtiyacı duyduğunu vurguladı.
Gölcük Cumhuriyet Başsavcısı Mehmet Yaman’ın olayla ilgili açıklaması şöyle:
"Şüpheli anne ile ilgili bir linç kampanyası başlatılmış durumda bu beni çok rahatsız etti. Yapılan çok yanlış bir şey. Meslek hayatımda ilk kez basın açıklaması yapıyorum, yapmak zorunda kaldım. Sebebi de tamamen bu linç girişimidir. Biz şüphelilerin de hakkını koruyacak delilleri toplamak zorundayız"

Ayata, şüpheli anne ile ilgili basın tarafından bir linç kampanyası yürütülmesi hakkında şunları söyledi: “ Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nde ‘Bir suç ile itham edilen herkes, suçluluğu yasal olarak sabit oluncaya kadar masum sayılır.’ denilmektedir. Oysa bu olayda masumiyet karinesi basın tarafından açık şekilde ihlal edildi” dedi.

Şüphelinin kadın olmasının, haberlerin yansıtılış biçimine ve kullanılan dile etkisinin asıl dikkat çekilmesi gereken şey olduğunu söyleyen Ayata, “Olayın şüphelisi bir erkek olsaydı haberlerde bu cinsiyetçi dil ve yaklaşımın kullanılmayacağını sanırım hepimiz öngörebiliyoruz” dedi.

Ayata, bunların yanında devletin sorumluluğuna da değinmek gerektiğini belirtti. Ayata, “Türkiye'nin yirmi beş yılı aşkın süredir taraf olduğu Kadına Yönelik Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılmasına Dair Birleşmiş Milletler Sözleşmesi (CEDAW,) devletlerin kadınlara yönelik ayrımcılığı ortadan kaldırma zorunluluğunu düzenlemektedir. Sözleşme'de medeni durumlarına bakılmaksızın çocuklarla ilgili konularda ana ve babanın eşit sorumlulukları olduğu belirtilir” dedi.

“Medya, cinsiyetçi dili değiştirme ihtiyacı hissetmiyor hatta cesaretleniyor”
Ayata, kadınların birey olarak değil ailenin parçası olarak kabul edildiği, medeni durumlarının ayrımcı muamelelere temel oluşturduğu, çocuk sayısına dair serbest iradelerinin yok sayıldığı veya sakatlandığı, kadınlara dair kalıplaşmış rollerin yeniden üretildiği, pekiştirildiği, cinsiyetçi ve kadınları aşağılayıcı ifadelerin üst düzey kamu yetkilileri tarafından rahatlıkla dile getirilebildiği bir ülkede yaşadığımızı söyledi : “Bekar ebeveynliğe ilişkin de bir sosyal destek ağı veya politika mevcut değil. Hükümet kadını güçlendirmeye yönelik değil aileyi koruma amaçlı politikalar üretiyor. Hükümetin kadına yönelik politikaları veya politikasızlığı, kadının insan haklarına yönelik ihlallerin devlet eliyle meşrulaştırılması ve artması riskini beraberinde getiriyor. Elbette basın da bundan nasibi alarak yaptığı haberlerdeki cinsiyetçi dili değiştirme ihtiyacı hissetmiyor hatta bu konuda cesaretleniyor.”

İnsan Hakları, Toplumsal Cinsiyet ve Medya konularında çalışmaları olan İstanbul Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi Itır Erhart, medyanın bu olayı, kadının doğum sonrası ruh sağlığını düşünerek haber yapması gerektiğini, çıkan haberlerin bu düşünceden çok uzak olduğunu belirtti, doğum sonrası kaçma duygusunu doğum yapan çoğu kadının yaşadığını söyledi.

Itır Erhart, haberlerde cinsiyetçilik yapıldığını, bunu bir babanın yapması durumunda bile yine annenin 
suçlanacağını söyledi:
“Eğer bunu bir baba yapsaydı ‘Erkek anlamaz, ne bilsin’ denilirdi ve yine kadın, çocuğunu babaya bıraktığı için suçlanırdı. Türkiye gibi çocuğun sorumluluğunun annede olduğu ülkelerde çocuk bakmak erkeğin işi değildir diye bakılıyor. Türkiye’de baba olduktan sonra erkeğin sadece bir iki gün için izin alabilmesi, doğum izninin sadece kadına verilmesi buna çok açık bir örnek.”

Medyanın, annenin bebeğini tek başına büyütmesine yargılayıcı bir tavırla yaklaştığını söyleyen Erhart, “Medyanın gözünde aile değilsen anne de değilsin” dedi. Erhart, tek başına çocuk büyütmek isteyen bir kadının, anne-babası ya da kocasının olma zorunluluğu olmadığını söyledi: “Tek başına anne olan bir bireyin Türkiye’de hakları yok hatta o kişinin anneliği bile medya tarafından sorgulanıyor ve yargılanıyor.”
Erhart, bu olayla ilgili çıkan başlıkların insan haklarından uzak olduğunu, devletin ve medyanın bu anneye ve haklarına sahip çıkması gerektiğini söyledi:
“Devletin ve mekanizmalarının bu kadına sahip çıkması gerekiyor. Annenin doğum sonrası depresyonu yaşadığını düşünüyorum ve bunu yaşayan bir kadın bu kadar tek başına bırakılmamalı. Tek başına bir annenin devletten bir beklentisi olmalı bence bir insan hakkıdır bu.”


11 Ekim 2013 Cuma

“Hiçbir şey olamıyorsan güvenlikçi ol” anlayışı yıkılıyor

Aydın Adnan Menderes Üniversitesi Özel Güvenlik ve Koruma Programı Öğretim Görevlisi Leyla İzdubak, eğitim, öğretim ve donanımdan yoksun birçok güvenliğin sektörün içine dahil olduğunu, bu durumu, üniversitelerdeki Özel Güvenlik ve Koruma bölümlerinin değiştireceğini düşünüyor.

Öğretim Görevlisi Leyla İzdubak’a göre, “Şirketlerin, ucuz iş gücüyle güvenliklerini sağlama girişimi, güvenliklerin gelir dengesizliğinden ve eğitimsizliklerinden dolayı başarısızlıkla sonuçlandı.” İzdubak, güvenlik mesleğinin özel güvenlik kurslarında alınan 100 - 120 saatlik eğitim ile sınırlandırılmasının yetersiz olduğu görüşünde:

“Özel güvenlik eğitimi veren kurum sayısının fazla olması ve denetimlerinin yeterli olmayışı kalitesizliği artırmıştır. Bu mesleğe yöneliş ve alımlarda bir standartın olmayışı, kimlik kartlarının kolay elde edilmesi, hiçbir şey olamıyorsan güvenlikçi ol anlayışı kalitesizliğin bir göstergesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Gelir seviyesi yaptıkları işle ters orantılı olan özel güvenlik görevlileri, ismindeki ‘özel’ dışında para kazanma amacı dışına çıkamamıştır.”

Bu nedenlerden dolayı Adnan Menderes Üniversitesi’nde, 2012-2013 yılında, Mülkiyet Koruma ve Güvenlik Bölümü altında Özel Güvenlik ve Koruma programını açtıklarını, ileriki yıllarda öğrenci alımı için YÖK’e başvuracaklarını söyleyen İzdubak, “Birçok durumda bir güvenlik görevlisinin ne yapacağı ve nasıl davranacağı konusundaki en etkin ve belirleyici faktör, güvenlik görevlisinin sahip olduğu ‘genel ahlaki değerler’, ‘profesyonellik bilinci’ ve ‘mesleki etik değerler’ gibi iç faktörlerdir.  Üniversitemiz bünyesinde kurulan Özel Güvenlik ve Koruma Programının amacı, öğrencileri özel ve kamu sektörleri bağlamında ülke ihtiyaçlarını göz önüne alarak güvenlik amaçlı hazırlamak ve yetiştirmektir” dedi.

Özel Güvenlik ve Koruma Programı’nın açıldığı ilk özel üniversite olan İstanbul Bahçeşehir Üniversitesi’nin Program Koordinatörü Osman Öztürk, bölümden mezun olanların, Özel Güvenlik mesleğinin; şef, amir, müdür, genel müdür, koordinatör, CEO vb. gibi hiyerarşik yapısını oluşturacağını söyledi ve ekledi:
“Bu program, ilerleyen dönemlerde, 2 yıllık sürenin 4 yıllığa çıkarılması ile, Güvenlik Mühendislerinin yetiştirildiği ve Güvenlik Projelerinin hazırlandığı Güvenlik Akademilerine dönüştürülebilir. Bizim planladığımız gelecek bu ve daha ötesidir. Öğrencilerimizi bu yönde sürekli yönlendirip, eğitiyoruz.”

Uludağ Üniversitesi Özel Güvenlik ve Koruma Programı bölüm başkanı İsmet Nezih Abanoz, öğrencilerine  İnsan Hakları, Hukuk, İletişim, Yakın Savunma, Yönetim ve Organizasyon, Hava, Deniz Liman Güvenliği, Kaçakçılıkla Mücadele, Yabancı Dil, Beden Eğitimi gibi dersler verdiklerini, ayrıca öğrencilerinin isteğiyle, henüz dedektiflik yasası olmasa da “Dedektiflik” dersini  programlarına seçmeli olarak dahil ettiklerini söyledi.

KPSS’nin iş bulmak isteyen mezunları tarafından çok tercih edildiğini söyleyen Abanoz, “Özel sektörde aradığını bulamayan mezunlarımız son zamanlarda Yargıtay, üniversiteler, infaz kurumları gibi kurumlarda çalışmayı daha çok tercih ediyorlar. Çünkü kamuda iş güvencesi bulduklarını söylüyorlar. Ayrıca işe girmelerinde elimizden geleni yapıyoruz.  Örneğin üniversitemiz, bu yaz, mezun öğrencilerden ikisini güvenlik kadrosuna katmıştır” dedi.

Uludağ Üniversitesi’nde programa katılacak olan erkek öğrencilerin boylarının en az 1.75cm, kız öğrencilerin en az 1.65 cm olması gerekiyor. Ayrıca Devlet hastanesinden sağlık raporu ve adli sicil belgesi isteniyor.

Giresun Üniversitesi program başkanı Gökmen Kılınçarslan, program hakkında, “Özel güvenlik kurslarından sertifika alan elemanlar doğal olarak güvenlik alanında tecrübesiz ve donanımsız olarak görev yapmaktadırlar. Bunun neticesinde güvenlik sektöründe devamlı olarak hatalar ve aksaklıklar ortaya çıkmaktadır. Bu olumsuz algıların ve problemlerin ortadan kalkmasının, Özel Güvenlik ve Koruma Programlarında 2 yıl süresince, özel güvenlikle alakalı tüm bilgi ve becerileri kazanıp mezun olan personellerle giderilebileceği kanısındayım. Son yıllarda hükümetimizin özel güvenlik ve koruma memurluğu için yapmış olduğu çalışmalarda alınan memurları ön lisans programı mezunlarından seçmesi bizim için mutluluk vericidir” dedi.

Malatya İnönü Üniversitesi program öğretim görevlisi Ahmet Kenan Sayın, HaberVS’ nin sorduğu, Türkiye'de güvenlik mesleğinden bahsedildiğinde eğitimsiz kişi algısı oluştuğu konusu hakkında şunları söyledi:
“Özel güvenlik şirketlerinin ve şuan ki 5188 sayılı yasanın (Özel Güvenlik Hizmetlerine Dair Kanunun Uygulanmasına İlişkin Yönetmelik) eksikliği neticesinde oluşmaktadır. Ayrıca özel güvenliğe az eğitim verilmekte ve alanlarına göre branş eğitimi almamaktadırlar. Üniversite eğitimi bu algıyı kırmak üzeredir. Ancak yasa üniversite eğitimi alanla diğer sertifikalı personeli aynı düzeyde görmektedir.”

Özel Güvenlik ve Koruma bölümü öğrencileri, mezun olduktan sonra Bakanlığın yaptığı sınavlarda başarılı olmaları durumunda infaz ve koruma memuru olarak çalışabildikleri gibi, kamu ve özel sektöre ait çeşitli bölümlerde de çalışabilirler ( okul, hastane , lojistik ,şirket merkezleri, fabrika fuar sergi ,spor müsabakaları ,konserler, festivaller, üniversiteler, sanayi …).

Özel Güvenlik ve Koruma programı hocalarının BJK-GS maçı sırasında yaşanan güvenlik sıkıntısına yaptıkları yorumlar şöyle:
Bahçeşehir Üniversitesi: “İnsanlar bir futbol müsabakası için bir araya gelmişler, yaşadıkları yoğun duyguların esiri olmuş durumdadırlar, bu psikolojinin kontrol edilmesi için önceden çok iyi hazırlık yapmak gerekir, hazırlıklar birçok kurumun sorumluluğundadır. Özellikle güvenlik; müsabaka ile doğrudan ya da dolaylı olarak sorumlu  ve ilgili bütün kurumları kapsamaktadır.”
Uludağ Üniversitesi: “GS-BJK maçı sadece özel güvenlik bakımından değil daha geniş izlenmesi ve mercek altına alınması gereken bir olaydır.  Örneğin taraftarlar 1453 vb bu iş için özel olarak hazırlık yaptı deniyor. Stada biletsiz seyirci alındı da deniyor. Yine stadta, yeterli özel güvenlik görevlisi yoktu deniyor.  Ayrıca o sandalyelerin oraya kim tarafından konduğunu bilmek lazım.  Öğrencilerimizle görüştük.  Onlara her zaman sakin olmaları ve taraftar veya hizmet alanlara en etkili iletişim teknikleriyle yaklaşmalarını söylüyoruz.  Bu olayda sorumluluğu, sadece güvenlik görevlilerine yüklemiyoruz. Güvenlik görevlisi komik duruma düşürülüyorsa, bunu yöneticilere sormak gerekiyor diyoruz.  Özel Güvenlik görevlilerinin yetki ve haklarının ne olduğunu pek çok görevlinin ve hatta yöneticinin bildiğini sanmıyorum. Bazı toplumsal olaylarda görüldüğü gibi, ‘özel güvenlik seyirciye, hemen biber gazı sıkar’ bir imaj da yaratmamalıdır. Futbol vb etkinliklerde görev alan güvenlik görevlileri, şirketlere bağlıdır.  Bu durum FİFA tarafından böyle istenmektedir. Bu görevliler genelde maç başına da bahsedilen maçlarda görevlendirilebiliyor.  Ancak burada görev alan görevliler yeterli 
eğitimden geçiyor mu diye sorulursa, cevap maalesef olumsuz olacaktır. Sadece bir maç veya birkaç maç boyunca görevlendirilen görevli yeterli dikkat ve motivasyona sahip olamayabiliyor.  Bu yüzden etkili görev yapamamaktadır.”
İnönü Üniversitesi: “Gs-bjk maçında herkes kaçmaktadır. Çünkü  güvenlik kuvvetleri alan açısından (spor müsabakaları) eğitimsizdir. Ve özel güvenlik yetki ve teçhizatça eksiktir…”
Giresun Üniversitesi: “GS-BJK maçında çıkan olaylar sonrası alanlarında deneyimsiz olan güvenlikçilerin yapmış olduğu organize hatalarından kaynaklanmaktadır. Bu ve bununla alakalı oluşan güvenlik zafiyetleri üzerinde öğrencilerimizle sürekli olarak konuşarak, bu tarz hataların sebepleri ve çözüm yollarını bulma hususunda çalışmalar yapmaktayız.”





6 Ekim 2013 Pazar

“Her hafta birkaç kez savcılığa gidiyoruz”

İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde 5 Ekim Çarşamba günü Şeffaflık Derneği’nin düzenlediği konferansta, “Medya-Sermaye İlişkilerine Alternatif Arayışlar-T24 Örneği” başlığı hakkında konuşan T24 genel yayın yönetmeni Aydın Akın, T24’de finansal problemleri olduğu ve genç muhabirleri olduğu için,  hem finansal hem de editoryal problemler yaşadıklarını ve Türkiye’deki medyanın içinde bulunduğu durumu anlattı.
Alternatif medyanın örneklerinden olan T24’ün genel yayın yönetmeni Aydın Akın, düzenlenen Şeffaflık Konferansı’nda, yaşadıkları sıkıntılardan ve nasıl aştıklarından bahsetti.
Kaynak göstermeye rağmen bize açılan davalar var
Engin, Türkiye medyasının bir şeyi bir yerden aldığında kaynak göstermeme gibi bir alışkanlığı olduğunu, T24’de de bu durumun yaşandığını şöyle anlattı:
“ Kaynak göstermemeyi bizim çocuklar da yaptı. Düşük oranda olmasına rağmen Twitter’da çok tartışıldı T24 haber çalıyor diye. Halbuki o genç arkadaşlarımızın unutması, ihmali oluyordu. Sistematik olarak kaynak göstermemek gibi bir şeyimiz yok. Fakat kaynak göstermeye rağmen açılan davalar var. Örneğin, Doğan Grubu’ndan Hürriyet kaynak göstermemize rağmen, ‘Bizim haberimizi kullandı, bizim fotoğrafımızı kullandı.’ diye çok fazla dava açıyor. Her hafta birkaç kez savcılığa gidiyoruz.”
“ ‘Sözde’ yi editörlerin dilinden atmak 2-3 yılımızı aldı.”
Engin, “Dili nedeniyle bizi utandıran çok haber oldu” diyerek, “sözde” kelimesini, editörlerinin dilinden atmanın yıllarını aldığından bahsetti. “Terörist başı, terör örgütü lideri, bebek katili laflarını atmak çok uzun süre aldı. Bu tip şeylerimiz çok azaldı ama hala devam ediyor.“ diye ekledi.
“Habercilikte çok hata yaptık hala da yapıyoruz çünkü çok genç insanlarla çalışıyoruz” diyen Engin, muhabirlerinin enerjilerinden yararlandıklarını, karşılığında da çok düşük ücretler verebildiklerini söyledi.
“Dinç Bilgin’in ‘Ayda yirmi beş bin dolar Mehmet Barlas’a veriyordum’ dediği parayla biz T 24’ü  yayınlıyoruz”
Engin, T24’de para sıkıntısı çektikleri için bazı girişimlerde bulunduklarını söyledi. O girişimleri şöyle anlattı:
“Finansal sıkıntılarımızı aşmak için medya dışından bazı şirketlere gittik. Sizin internet sitelerinizdeki fotoğraflarınız çok kötü, metinleriniz berbat, bunlar için ajansınıza ne kadar ödüyorsunuz diye sorduk. Örneğin, bir şirket, sitesine yemek tarifi koymuş iki aydır orada duruyor, bunun için aylık dokuz bin dolar ödüyormuş. Siteye ilgi bekliyorlar ama düşünmemişler hiç nasıl ilgi çekeceklerini. ‘Biz dokuz bin dolara yaptığınızı üç bin dolara yapalım, fotoğraflar çok daha iyi olsun, videolarınız olsun’ dedik. ‘Eğer sizlerle anlaşırsak biz bağımsız bir gazetecilik girişiminde bulunacağız’ dedik ve gerçekten de yaptık. Onlar çok memnun oldu biz de ayda yaklaşık otuz bin lira gelir elde ettik.”

T 24’ü 1 Eylül 2009’da bu şekilde yayına soktuklarını söyleyen Engin, “Arkadaşlarımızın ücretleri, sigorta, yemek paraları, vergiler, yol paraları, ofisimizin kirası, telefon paramız hepsi bu paranın içinde. Dinç Bilgin’in ‘Ayda yirmi beş bin dolar Mehmet Barlas’a veriyordum’ dediği parayla biz T 24’ü  yayınlıyoruz. Biz yaptığımız küçük bütçeyle şunu söyleyebiliyoruz, ayda yüz bin liraya vergisi ödenmiş, bir net gelirle Türkiye’de gazeteciliği değiştirebilirsiniz. Gezi sürecindeki o beğenmediğimiz hakim yapıyı gazetecilik adına yıkabilirsiniz. T24’ün bizim için en ilham verici tarafı bu” dedi.
Yazarlar T24’ü tercih ediyorlar
Engin, yaşadıkları sıkıntılara rağmen, T24’ü tercih eden çok yazar olduğunu söyledi. “Medyanın içinde bulunduğu durum nedeniyle önemli gazetecilerin kalemlerinin ucuna bir şey geldiğinde tercih ettikleri yer oluyoruz” diyen Aydın Engin şöyle anlattı:
“Sağcılık-solculuk diye bir takıntımız da yok, nefret söylemleri de. Ayrıca burada kötü görünmeyeceklerini biliyorlar. Halbuki çok daha fazla tıklanan sitelerde yazabilirler. Fakat o sitelerin içinde görünmek istemiyorlar. T 24 habercilere hiçbir engel koymuyor bu yüzden yazarlar bizi tercih ediyorlar. Tabii biraz da tasarımından hoşlanıyorlar.”
Söyleşilerde hassasiyet
Engin, söyleşilerde çok hassas davrandıklarını şu cümlelerle anlattı:
“ İnsanlar bizlerle konuşurken belki kastetmek istemediği ifadeler kullanmıştır, istediğini çıkarsın istediğini eklesin diye düşünerek, her zaman söyleşileri onlara gönderdik ve onay aldıktan sonra yayınladık. Gülriz Sururi hariç. Kendisi yapılmış söyleşinin iptal edilmesini istedi biz de böyle bir şeyin olamayacağını söyledik.“
“Yeter ki söyleyecek sözü olsun”
Engin, kutuplaşmalar ve işten çıkarılan gazeteciler hakkında şunları söyledi: “Bize hangi yazar başvursa biz kabul ediyoruz. Teklif götüremiyoruz çünkü telif ödeyemiyoruz. Dolayısıyla bu kadar doldur boşalt yapılan bir dönemde insanların yaşadığı bir sorun sizin için fırsata dönmüş oluyor ve gerçekten çok çirkin oluyor. Bir arkadaşınız ya da önemli bir yazar işini kaybediyor biz ‘Bize gelebilirsiniz ama biz para veremiyoruz’ diyemiyoruz. Çünkü bu fırsatçılık oluyor” diyen Engin ekledi:
“Ama başvuranları kimseye hakaret etmiyorsa kabul ediyoruz ve çok eleştiri alıyoruz. ‘O nasıl yazar burada?’ diyen çok insan oldu. Burada Atatürkçü de İslamcı da yazıyor, yeter ki söyleyecek sözü olsun.”
Alper Görmüş T24 de yazmaya devam ediyor
Bir çok gazetede çalışmış olan, kapatılan Nokta Dergisi’nin genel yayın yönetmeni ve şuanki Türkiye Gazetesi yazarı Alper Görmüş’ün T24 den neden ayrıldığı sorusuna “Aslında gitmedi. Biz Alper Görmüş’e herhangi bir ödeme yapmıyorduk. Türkiye Gazetesi ona teklifte bulunmuşlar. O da onlara ‘Türkiye Gazetesi’nde yazacağım ama o sevdiğim uzun yazıları T24’de yazmaya devam edeceğim’ demiş. Türkiye Gazetesi de kabul etmiş. Bana sizin için bir sakıncası var mı diye sordu. Niye olsun ki dedim ben de.”
Türkiye’de eleştiriyi işlevsizleştiren bir aşırılık var
Doğan Akın, Alper Görmüş’e yapılan eleştiriler hakkında şunları ekledi: “ Alper ‘Bana çok tepki var, istersen ben ortadan kaybolayım’ dedi. Tabii ki biz asla böyle bir şeye gerek görmedik ve herşeyi göğüslemeye hazır olduğumuzu söyledik. Onun Ergenekon’da ve diğer konularda eleştirildiği şeyler oldu ama bu onu kötü bir gazeteci yapmaz. Türkiye’de eleştiriyi işlevsizleştiren bir aşırılık var. Bizim bir genç arkadaşımız Alper Görmüş geldi diye, onun, devletin ideolojik aygıtı olduğu düşüncesiyle işten ayrıldı.”
İmam hatip meselesinde cüret var
Türkiye’deki bir çok medya kuruluşunda sorunlar olduğundan bahseden Engin, “Türkiye’de bağımsız habercilik eskiden beri var. Ancak oralarda da bir takım etnik ya da dini temelli kışkırtmalar başta olmak üzere bazı takıntılar görüyorsunuz” dedi ve devam etti:
“Benim mesleği öğrendiğim Cumhuriyet Gazetesi, sahiplik yapısı açısından Türkiye’nin en önemli gazetesi. Sonuçta bir vakfa ait.  Başbakanın vergi kaçırdığını 9 sütun manşet yapabilen bir gazete Cumhuriyet. Orada bile yöneticilik yaparken bir şey dikkatimi çekti. Muhabirler imam hatip meselelerindeki haberlerde daha rahat davranıyorlardı. Bakıyorsunuz ki diğer haberlerde daha titiz çocuk. Kendisine, durumun kıyısından köşesinden bir hadise çıkarmış ve haber yapmış. Ama imam hatip konusunda böyle değillerdi. Bir dikkatsizlik, bir cüret var. Bu durum gazetecilere bile sirayet etti. “
 “Platform” yasak
Engin, Platform 24 adlı bir dernek kurmak istediklerini ancak Gezi olaylarından sonra “platform” kelimesinin yasaklandığı söyledi:
 “Geçtiğimiz hafta P24 adında bir platform kurduk. Yalnız Gezi olaylarından sonra, zannediyorum ki platform adını da yasaklamışlar. Derneklerde artık platform ismi kullanılamıyor, izin vermediler. Sonradan ‘Punto 24’ diye bir şey uydurduk. Hasan Cemal başkanlığını üstlendi. P24 ‘de savunma, ekonomi, magazin gazeteciliği gibi alanlarda bir üniversiteyle yapacağımız seminer programları yer alacak.”
 “Keskin nişancıya ihtiyaç var”

Muhabire çok ihtiyacımız var diyen Engin ekledi:
“Ankara’da çalıştırdığımız arkadaşımızı kadromuza alamıyoruz, neyse ki emekli, ama inanabiliyor musunuz 25 yıllık gazeteciye ayda 750 lira ücret ödüyoruz. Yine de muazzam çalışıyor, günde 3-4 haber giriyor ve çok yardımı dokunuyor. Londra, Amerika, Almanya’da arkadaşlarımız var, onlardan da içerik alıyoruz. Muhabire çok ihtiyacımız var. En azından elimizde bir keskin nişancı olarak 3-4 kişi daha olsa çok iyi olacak.”

5 Ekim 2013 Cumartesi

Sosyal Medyanın Olumlu ve Olumsuz Getirileri


İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde 2 Ekim Çarşamba günü, “Sosyal Medya ve İnternetin Gazetecilikteki Rolü”  konulu konferans veren Ann Cooper, alternatif medyanın olumlu ve olumsuz etkilerinden bahsetti.

Colombia University Graduate School of Journalism’de öğretim üyesi ve Gazetecileri Koruma Komitesi’nin eski başkanlığını yapmış olan Ann Cooper, “Artık insanlar ilan vermek için bile internet sitelerini tercih ediyorlar. Bu yüzden gazeteler kelime başına aldıkları yüksek ücretlere veda ettiler ve internet sitelerini açmak zorunda kaldılar” dedi.

Maddi kazanç gütmeyen, bağımsız bir oluşum olan, National Public Radio’nun  ilk büro şefliğini yapmış olan Cooper, “Sosyal medyayı gönüllü kullananlar, bu işten para kazananların önünü kesiyor. Aldığı bilgiyi sosyal medyada anında paylaşan kullanıcılar, para kazanmak isteyenlerin işini zorlaştırıp, rekabeti arttırıyor” dedi.

Alternatif medyada geleneksel medyadan alamadığımız bilgilerin yer aldığını söyleyen Prof. Ann Cooper, “Ancak bu bilgileri alternatif medyada doğrulamak çok zor” diye ekledi ve örnek verdi: “Mısır Devrimi sırasında paylaşılan bir videonun güncel olduğu sanılırken, sonradan 3 sene önceye ait olduğu anlaşıldı”.


Cooper, alternatif medyanın olumlu etkilerinden söz ederken, Twitter hesabında çok sayıda takipçisi olan Amerikalı yurttaş gazeteci Andy Carvin’in, Mısır Devrimin’de gerçekleşen olayları, çalıştığı radyoda değil de kendi bloğu ve Twitter’ında anında yazarak, okuyucularla paylaştığından bahsetti. 

21 Mayıs 2013 Salı

Sezen AKSU


Onun hayatı anlatılırken, hangi bakış açısıyla yazılacağına karar vermek gerekir. Çünkü o, hayatında çok fazla şey barındırıyor. Siyasal, sosyal, özel... Ben de özel hayatını ve bu enfes şarkıların hangi yaşanmışlıklarla ortaya çıktığını az da olsa irdelemeyi seçtim. Acıdan geçmeyen şarkılar gerçekten de biraz eksiktir diye düşünerek Sezen Aksu’nun hüsranlarına değinmek isterim.

Fatma Sezen Yıldırım, Sezen Seley , Sezen Aksu…

İsminin ne olduğu önemli değil. Hepsi tek bir kadın. Ve “O Kadın”, şarkıları için film yapılmış çok az kadından biri. O Kadın filminde kendisi değil sadece şarkıları kullanıldı ve bizi bambaşka yerlere alıp götürdü bu koskoca kadın.

Sanata düşkün,  dans, resim, tiyatro dersleri alan küçük Fatma Sezen Yıldırım, dansöz olma hayalleri kuruyor. Sonraları “Allah babama acıdı da dansöz olmadım.” diyecek olan gençliğinin baharındaki Sezen, Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi’ni bırakıp evleniyor. Tabii okulunu bırakmasının tek sebebi olarak evlenmesini gösteremeyiz. Onun yaradılışında şarkıcılık, bestecilik, sanat var...

Şarkılarında geçmişe yolculuk yapıyorum. Beğenilmeyen “Haydi Dön Şansım” ı söyleyen Sezen Seley ile “Bir Zamanlar Deli Gönlüm” ü söyleyen Sezen Aksu arasındaki farkları ayırt etmeye, değişimini görmeye çalışıyorum. Nafile.

Ne seslerinde ne de duygularını şarkısına yansıtma kabiliyetinde bir fark var. Sadece hayatı değiştikçe şarkıları da değişiyor. Böylelikle yaşantısının bir kısmına ve duygularına, kulaklarımızın pasını atarak şahit oluyoruz.

Ama, onun da beğenilmeyen şarkısı varmış diye düşüneceğim aklıma hiç gelmezdi. İlk plakta “Haydi Dön Şansım” demiş, ancak şansı hiç de o kadar kolay dönmemişti Aksu’nun.

Aksu, jüri üyeliğinde Ajda Pekkan’nın da bulunduğu Altın Ses Yarışması’nda altıncılığa layık görüldü, ama bu yarışma bize Nilüfer’i kazandırdı. İleride Nilüfer ile sadece yarışmada değil, özel hayatında da rakip olacaktı. O dönemde, kendisi için, “Büyük aşkı Onno Tunç’u Nilüfer’e kaptırdı” iddaaları yayılacağını nereden bilebilirdi?
Bunun üzerine tutmayan ilk plak Haydi Şansım gelince “Siz beni daha tanımıyorsunuz” demiş olacak ki “Yaşanmamış Yıllar/Kusura Bakma” yı çıkardı.

Oyunculuğunu yaptığı ilk filmden de istediği sonucu alamadı. Bulut Aras ile oynadığı, bir Atıf Yılmaz filmi olan “Minik Serçe” beğenilmedi, ancak beğenilmeyen bu film ona lakabını hediye etti.

“Heyemola”, “Halay” ve “Küçük Bir Aşk Masalı” şarkılarıyla Eurovision’a katıldı, sonuç değişmedi. Bunun üzerine bir daha Eurovision’a girmeme kararı aldı.

Kıskançlıktan İstanbul sokaklarında tüfekle kovaladığı, büyük aşkı Onno Tunç’u kaybetmesiyle yasa büründü. Fotoğraflarını odasından yıllarca kaldırmadı.

Kim bilir belki de hala oradadırlar...

Hayatına Tunç’tan sonra giren erkekler için “Onu kabul etmek zorunda kaldılar.” diyerek insanı yine, aşkıyla derinden etkiliyor.
Hüzünleri bu kadarla sınırlı değil elbette...

Küçücük bedenine nasıl sığdırmış bu kadar hüsranı dedirtiyor bana. Sonra hali tavrı geliyor aklıma, alaycı ama  gizemli bakışlarını düşünüyorum ve diyorum ki; “Geçmişi şarkılarında saklı.”  Tıpkı “Yarası Saklım” da dediği gibi:
“Bir kırık gençlik hikayesi…”

TOL


Murat Uyurkulak Tol’ un hedef kitlesini belirlerken kendisine sınırlar çizmemiş, herhangi bir populer ya da akademik kitleye hitab etmemiş. Her hayattan alıntılar içeren Tol, durumları, yaşanan hayatları anlatmak için yazılmış bir roman.

Yazar Tol’da ekonomi değişkenine fazla önem vermemiş, daha çok sosyal unsurlar üzerinde durmuş. Bunu karakterlerin gelirleri olmamalarına rağmen sürekli içki satın almalarından bariz bir şekilde görüyoruz. İçki muhabbetleri son derece gerçekçi ve içten anlatılmış, o bölümlerde sanki kitap okumuyor, yapılan konuşmalara dahil oluyor insan.

Uyurkulak, kitapta çok fazla betimlemelere yer vermesiyle birlikte çok da fazla hayat sığdırmış ve her birinde ayrı ayrı hikayeler barındırmış. Tol bu özelliğiyle güçlü yanını göstermiş oluyor. Okurken çeşit çeşit insanla tanışıyor, onların hayatlarına şahit oluyor ve insanlığınızın her bir noktasından bir unsur buluyorsunuz onlarla ve hikayeleriyle. 

Ayrıca, betimlemeler fazlaca detaylı ve gerçekçi. Okurken ‘insan bu kadarını yaratamaz mutlaka bir kısmını yaşamıştır’ dedirtiyor. Tol’un zayıf yanını ise değindiğim ekonomi unsuru olarak sayabiliriz. İnsana “Bu kadar içki alacak parayı nereden buluyorlar? “ dedirten bölümlerde “Acaba hayal mi?” diye düşünmeden geçemiyorsunuz. Hatta bu “hayal mi?” diye sorduğunuz yerler kitapta epey bir yer barındıryor. Bunun sebebi Tol’de çok fazla rastlantı olmasından kaynaklanıyor olabilir. Örneğin, yaşlı Şairin de İsmail adında kardeşi var, Yusuf’un da...

Tol’de, içerikte olanın aksine anlaşılır bir dil tercih edilmiş. Karakterlerin hikayelerine şahit olurken bazı yerlerde insanın aklı karışıyor ama bu, dil açısından değil içerik açısından anlaşılamaz bir roman sergilenmesine neden olmuş. Dil gayet açık ve akıcı tercih edilmiş. Özellikle bazı betimlemeler öylesine gerçekçi bir dille yapılmış ki detaylara verdiği önem okuyucuyu etkiliyo. Ancak yine de yazarın kendi dünyasını yansıtan bazı anahtar sözcükler açıklanmamış, okuyucuya bırakılmış.

 Postmodern roman şöyle tanımlanır: “klasik romandaki gibi olay örgüsü üzerine kurulu bir anlatı değildir. Olay örgüsünden daha çok olayın ya da olayların ön plana çıkması söz konusudur.” İşte Tol da post modern romandır çünkü  olayları size sırasıyla vermiyor hatta okurken sıraya siz koymaya  çalışıyorsunuz. Bu açıdan okuyucuyu sürekli merak içinde bırakıyor. 

20 Nisan 2013 Cumartesi

Başkanın Bütün Adamları



Yönetmen: Alan J. Pakula
Senaryo: Carl Bernstein, Bob Woodward, William Goldman
Oyuncular: Dustin Hoffman, Robert Redford, Jack Warden, Martin Balsam, Hal Holbrook, Jason Robards, Jane Alexander, Meredith Baxter, Ned Beatty, Stephen Collins, Penny Fuller

Türü polisiye-dram olan filmin, Woodward ve Bernstein’in araştırdığı hırsızlık
olayıyla başlaması, filmin konusunun tamamen bu olay odaklı olduğunu gösteriyor. Bu
haneye tecavüz olayını araştıran iki gazeteci, sanki gazeteci değil birer dedektif gibi
sorguluyorlar olayı. Tabii burada soruşturmacı gazetecilik devreye giriyor. Woodward ve
Bernstein, olayı soruştururken haber yapımında yapılması gerekenleri uyguluyorlar,
bunlardan birisi de “double check” yapmaları.Bir bilgiye ulaştıklarında, onu doğru olarak
kabul etmeden önce bir daha sorguluyorlar.
Woodward’ın, telefon görüşmeleriyle cebelleşirken kağıda yaptığı resim, günlük
yaşantımızda çok fazla yaptığımız bir hareketi hatırlatıyor.
Oyunculuklar iyi, gerçekten bir olayın içinden çıkmaya çalışıyorlarmış imajı veriyor.
Ancak, bunlar bir kenara bırakıldığında tüm bu unsurların filmde anlatım şekli çok sıkıcı.
İzleyicinin dikkati ya da ilgisi düşünülmemiş. Çok fazla detay, çok fazla isim var ve filmi
izlerken size zevk vermediğini düşünebilir, hatta sinirleriniz bozulabilir. Woodward’ın
Deep Throat gibi gizemli bir kaynakla konuştuğu sahne bile heyecanlı sunulmamış. O
sahnede dahi izleyiciye “Kim bu Deep Throat?” dedirterek merak ettirmiyor.
Filmin sonunda, bu olumsuz yönünden dolayı, Amerikan tarihinde tek istifa eden
başkan Nixon’ın çıkması bile ne yazık ki beklenilen heyecan ve şaşkınlığı veremiyor.
 Başkanın Bütün Adamları, bu unsurlarıyla, sanki gazetecilik ya da siyaset bölümleri
öğrencilerine ders verme amaçlı yapılmış bir filmmiş imajı yaratıyor.

25 Mart 2013 Pazartesi

Yazı Tura


Yönetmen: Uğur Yücel
Senaryo: Uğur Yücel, 2004, dram, psikolojik
Oyuncular: Kenan İmirzalıoğlu (Hayalet Cevher) , Olgun Şimşek (Şeytan Rıdvan) , Bahri
Beyat (Cemil) , Engin Günaydın (Sencer) , Teoman Kumbaracıbaşı (Teo) , Erkan Can (Firuz),
Settar Tanrıöğen (Zeyyat) , Mizgin Kapazan (Şefika) , Levent Can (Hamit)

Güneydoğu’da, cephede, omuz omuza çatışmaya giren, farklı hayatları olan ama
askerliğin bıraktığı aynı izleri taşıyan iki gencin hikayelerinin anlatıldığı Yazı Tura, dram ve
psikolojik unsurları içeren bir film.
Şeytan Rıdvan’ın futbola olan aşkı girdiği çatışmadan sonra, mayına basıp sağ
bacağını kaybetmesiyle zorunlu sona erer. Rıdvan karakterini oynayan Olgun Şimşek,
psikolojisi bozulmuş bir gaziyi oynamıyor adeta yaşıyor ve izleyeni gerçekmişçesine
hüzünlendiriyor. Bu unsur, filme inandırıcılık katıyor. Ayrıca Rıdvan’ın annesinin,
arkadaşlarıyla olan konuşmalarının hatta vurguları ve mimiklerinin, günlük yaşantımızda
karşılaştığımız küçük hareketlerle birebir örtüşmesi, karakterlerin gerçek hayatta varolduğunu
düşündürüyor.
Rıdvan’ın sözlüsünün en yakın arkadaşıyla kaçması, bu durumun filmlerde çok fazla
kullanılmasından dolayı izleyeni çok fazla şaşırtmıyor. Aslında, zaten Yazı Tura’daki amaç
izleyiciyi şaşırtmak değil, karakterlerin mağduriyetini anlatmak olduğu için olumsuz bir bakış
açısıyla yorumlanmıyor. Şeytan Rıdvan’ın intihar sahnesinde, annesinin onu korkuyla araması
sahneye heyecan katmış.
Hayalet Cevher, askerliği bittikten sonra çiçekçi dükkanı açmak isteyen, agresif,
Rıdvan gibi askerliğinden sonra psikolojisi bozulmuş, duyma yetisini kaybetmiş, kokoin
kullanan bir adam. Cevher karakterini canlandıran Kenan İmirzalıoğlu, oynadığı Kabadayı
filminde de kokoin kullanan bir adamı canlandırmıştı. İmirzalıoğlu, kokoini o kadar gerçekçi
kullanıyor ki gerçek hayatında da kullanıyormuş imajını veriyor.
 Cevher’in babasının ve amcasının depremde enkaz altında kaldıkları sahnede ezan
sesinin kullanılması ölümü hatırlatsa da o sahne konudan uzaklaşmamak için kısa tutulmuş.
Filmin sonunda diğer filmlerde olduğu gibi, iki ana karakterin yollarının kesişmemesi
tam tersi, geçirdikleri kötü deneyim sonucunda, ikisinin de ayrı ayrı bedel ödemesi
filmi klişeden uzaklaştırmış.
Herhangi bir mesaj verme amacını taşımayan, ikisinin de psikolojisi bozulmuş, ikisi de
fiziksel zarara uğramış ama çok farklı hayatları anlatan Yazı Tura, izlenirken sanki iki ayrı
film izleniyormuş hissi veriyor.