19 Aralık 2012 Çarşamba

KALKÜTA’NIN ÇOCUKLARI


   Kalküta’nın Çocukları belgeseli izleyenleri büyük ölçüde etkiliyor. İnsanın, o
çocukların durumunu görünce içi acıyor ama bir yandan da durumlarının farkında
olmalarına rağmen bu bitmeyen  neşeleri şaşırtıyor ve umut veriyor.
   Küçük kızın, ilk fotoğraf çekme denemesinde  fotoğrafını çektiği kişinin onu
azarlaması sonucu söylediği sözler, bu yaşında ne kadar olgun olduğunu gösteriyor:
“ Bugün birinin fotoğrafını çektim ve o beni azarladı. Ama umursamadım. Bence iyi bir
şeyler yapabilmek için burnunuz biraz sürtünmek zorunda.”
Çalıştığı yerde azar işitip, ona işe yaramaz dense de, bu küçücük yaşında her şeye göğüs
geriyor ve şu sözleri söyleyerek sizi şaşırtıyor:
“Doğrusu zengin olmayı hiç düşünmedim. Çünkü fakir de olsam mutlu olabilirim diye
düşünen bir insanım ben. Bana sorarsanız insan, hayatı acısıyla tatlısıyla kabul etmek
zorundadır, bu çok önemlidir.”
   Çocuklara, “herkes aynı fikirde olmak zorunda değildir, olumlu ya da olumsuz
fikirlerinizi açıkça dile getirmelisiniz.” denilmesi, onların, özgüven sahibi olmalarını
sağlamıştır diye düşünüyorum. Zaten bu, çocukların değişen konuşma tarzlarından da anlaşılıyor.
   Bir başka küçük kızın diğerleri gibi “kötü yola düşme” korkusu insanı üzüyor.Onun konuşmaları, çevrenin çocuklar için ne denli önemli olduğunu gösteriyor. Ama bir yandan da, kendisi için neyin iyi neyin kötü olduğunu bilmesi, onun adına gurur vericidir.
   Çocukların bazıları ileride bakıp hatırlayacakları için, bazıları da şehirlerinde yaşayan
insanların halini anlatabildiği için fotoğraf çekmeyi çok seviyorlar. Kalküta’nın çocukları
şehirlerindeki insanları hem önemsiyorlar hem de onlardan uzaktan durmaya çalışıyorlar.
Ellerinden gelse onlara yardım edecekler ama bir yandan da onlar gibi olmak, istedikleri en
son şey. Yani, sokaklarda sefalet içinde yaşayıp, fahişelik yapan insanlar gibi…

 



3 Aralık 2012 Pazartesi

Sabancı Ailesi’ne Layık Bir Doğa Harikası: Monet’in Bahçesi


  Sabancı Ailesi’ne Layık Bir Doğa Harikası: Monet’in Bahçesi

 



Sakıp Sabancı Müzesi’nden içeriye girdiğimde, yemyeşil çimenlerle dolu bir ortam gördüm. Yukarıya doğru yürüdüm ve fotoğrafta gördüğünüz muhteşem manzarayla karşılaştığımda, orada dakikalarca kaldım. Daha sonra binaya girdim ve geziye başladım.
            1.Sakıp Sabancı Aile Odaları,Kitap Sanatları ve Hat Koleksiyonu

Sakıp Sabancı Kitap Sanatları ve Hat Koleksiyonu’na girdiğinizde, giriş katında sizi aile odaları karşılıyor. Aile odalarının ilk kısmında, Sakıp Sabancı’nın hayatını ve ailesini anlatan yazılar, soy ağaçları, Sakıp Sabancı’nın ailesiyle çektirdiği fotoğraflar, ödüller, hatta not tuttuğu ajandalar, kalemler ve özel eşyalar buluyor. Küçük bir bölüm olmasına rağmen burada dakikalarca kalabilirsiniz. Çünkü, eğer buraya benim gibi Sakıp Sabancı’yı çok fazla tanımadan ve önyargısız bir şekilde geldiyseniz, onun, ailesine ne kadar düşkün olduğunu, onlara tek tek ne kadar çok değer verdiğini görecek ve etkileneceksiniz.
            İleriye doğru yürüdüğünüzde  Sabancı’nın aile ve iş hayatıyla ilgili özel eşyaları ve
            mobilyaları sizi karşılıyor. Bu bölüme girmeden önce kimliğinizi bırakıp aldığınız Ipad’ leri
            her bir koleksiyonun önündeki tabletlere doğrulttuğunuzda , Ipad’de gözünüzün önünde,
            Sakıp Sabancı’nın o mekanda çekilmiş fotoğrafları bürünüyor. Yukarıya çıktığınızda, değerli 
            hat sanatlarından etkilenmemeniz mümkün olmayacaktır. Her birini çektiğinizde hat
            sanatlarını göreceğiniz dolap tarzı yapılar gerçekten çok hoş dizayn edilmiş.

            2. Monet’in Sergisi
           Monet Sergisi’ne girdiğinizde nilüferlerle ve doğayla dolu çerçeveler görüyorsunuz.            Ressam resimlerini o kadar doğal, rahat, belli bir tekniğe bağlı kalıp anlatacağı duyguyu            kaybedenlerin aksine, çocukların resim yaparken dalıp gittiği hayalleri içinde barındırıp            yapmışki, bunun size yansımaması mümkün değil. Sergiyi dolaşırken, tam “ne
           kadar çok nilüfer var” diye düşünüyordumki, duvardaki Monet hakkında yazılan yazıyı
           gördüm: “Monet, doğayı ve şehrin karmaşasından uzak bozulmamış manzaraları seviyordu.”

Sergide, Monet’in Camille Doncieux’den olan çocukları Jean ve Michel’in portreleri de bulunuyor. Monet ikinci eşinden olan diğer 6 çocuğunun resimlerini ise yapmamış. Monet, öldüğünde mirası hayatta olan tek öz çocuğu Michel’e kalmış. Çocuğu olmayan Michel ise mirası, Paris’in 16. idari bölgesindeki Mamottan Müzesi’ne bırakmış. Sakıp Sabancı Müzesi’ndeki bu sergi, Monet Koleksiyonu’nun neredeyse yarısını içeriyor. İleriye doğru yürüdüğümde Monet’in paletini, çalışma gözlüklerini, piposunu gördüm. Palete bakarken, buradan yaratılan resimleri düşündüm ve Monet’in neden bu kadar ünlü olduğunu düşünüp Vikipedi’den küçük bir araştırma yaptım:

           “1862'de Paris'te Charles Gleyre'in öğrencisiyken, üniversitedeki geleneksel resim anlayışı Monet'de hayal kırıklığı yarattı. Bu dönemde Pierre-Auguste Renoir, Frederic Bazille ve Alfred Sisley ile tanıştı. Birlikte resme yeni yaklaşımlarını paylaştılar, ışığın açık havada yarattığı etkiyi resme parçalanmış renkler ve seri fırça darbeleriyle aktardılar. Bu daha sonraları empresyonizm olarak adlandırıldı. Monet'nin tanınmasını sağlayan 1866 tarihli Camille ya da Yeşil elbiseli kadın (La Femme à la Robe Verte) adlı eseri, gelecekteki eşi Camille Doncieux'nun Monet tarafından yapılan pek çok resminden biriydi. Le Havre'dan bir manzarayı yansıtan İzlenim: Gün doğumu. (Impression, soleil levant) tablosunu yaptı. 1874'te ilk empresyonist sergide yer alan bu resim günümüzde Paris'te Musée Marmottan-Monet'dedir. 1873'te Paris yakınlarında ve Seine nehri kıyısında bir köy olan Argenteuil'e yerleşerek eşi Camille ile birlikte altı yıl yaşadı; en çok tanınan eserlerinden bazısını burada yaptı. 1874 yılında Manet, Degas, Renoir, Cezanne, Pissaro, Sisley ile beraber açtıkları sergi başarısız olunca ekonomik şartları iyice kötüledi. Ancak Manet'in yardımıyla Argueille'de kalmayı sürdürebiliyordu. Bu dönemde resimleri hayatının başka hiçbir döneminde olmadığı kadar koyulaştı, kasvetli bir hal aldı. Daha sonra Giverny'e yerleştiler. Monet, burada bir ev ve bahçe kiraladı. Geri kalan ömrünün büyük kısmını sonradan satın aldığı bu yerde yeşerttiği bahçeyi resmederek geçirdi. İlk önce Ot yığınları serisini yaptı. Farklı yönlerden ve günün farklı saatlerinde ot yığınlarını resmetti. Son olarak da bahçesinin resmettiği Zambaklar serisini hazırladı.”
           Sergide ilerlerken su ve kuş sesleri duydum. Monet’in resimlerini yaptığı gerçek görüntüleri 
           sesleriyle birlikte duvara yansıtmışlar. Bu ortam o kadar huzurluyduki orada dakikalarca 
           kaldım.

Sakıp Sabancı Müzesi, şimdiye kadar gittiğim en güzel yerlerden biri. İstanbul’un
            karışıklığının ortasında böyle bir mekanın varolması insana huzur veriyor.

 

3 Kasım 2012 Cumartesi

“ÇOCUKLARDAKİ, VAN DEPREMİNDE OLUŞAN TRAMVALARIN BİLİNCİYLE SERGİYİ AÇTIK”


3 şehirde aynı anda açılan ’13.41 Fotoğraflarla Van Depremi’ sergisi kurucularından olan Sinan Targay, sergi hakkında açıklama yaptı.
Van Depreminin birinci yıldönümü nedeniyle yapılan "13.41 Bi Wêneyan Erdheja Wanê (Fotoğraflarla Van Depremi)" sergisi, 23 Ekimde eş zamanlı olarak Van, Diyarbakır ve İstanbul ‘da açılmıştı. 40 fotoğrafçıdan 70 fotoğrafın yer aldığı serginin organizatörlerinden olan Sinan Targay serginin oluşma sürecini şöyle anlattı:
“23 Ekim ve 9 Kasım 2011 de gerçekleşen ve binlerce kişinin yaşamını yitirmesiyle sonuclanan Van Depremi sonrasında, özellikle cocuklar üzerinde olumsuz etkiler artmış ve kalıcı tranvalar oluşmuştur. Bunun bilinciyle bir araya gelen gönüllü arkadaşlarımızla birlikte 4 aylık bir calışma sonucunda Van Fotoğrafçı Çocuklar Atölyesini tamamladık ve sergisini açtık. Çocuklarla yaptıgımız atölyenin en güzel sonuclarından biri de Van Fotoğrafçılık Kulubu kurucuları ile geliştirdigimiz dostane ilişki oldu. Bu dostlugun sonucu olarak da Van Depreminin 1.yıl sergisini 3 kentte eş zamanlı açmak oldu.Van Fotoğrafçılık Kulübü tarafından yapılan çağrıya Türkiye genelinden 40'a yakın fotoğrafçı yolladıkları fotoğraflarla destek oldu.
Bu sergiyi 3 kente yapmanın amacının, öncelikle, depremlerde yaşamını yitirenleri anmak ve sonra, olası felaketlere karşı toplumsal bellek oluşturmak ve felaketleri hesaba katarak yaşamayı göstermek olduğunu belirten Targay, “Deprem öldürmez, rant için yapılan sağlıksız-kontrolsüz yapılar öldürür bilincini yaygınlaştırarak toplumun ve sorumluluğu bulunan kurumların duyarlılığını arttırmak istedigimiz için yaygınlaştırmak istedik. Yapılan calısma sonucunda karsılastıgımız ilgi ve alaka oldukca olumlu oldu.” dedi.
Fotoğraflarla Van Depremi sergisi Van’da Van Belediyesi ve Bostaniçi Belediyesi’nin; Diyarbakır’da Büyükşehir Belediyesi ve Sur Belediyesi’nin; İstanbul’da da Galata Fotoğrafhanesi ve Fotoğraf Vakfı’nın organizasyonu, Anadolu Kültür, Beyoğlu Belediyesi ve NarPhotos’un katkılarıyla gerçekleştiriliyor.

 

26 Ekim 2012 Cuma

BİLGİ'DE EYLEM VAR


Bilgi Üniversitesi’nin akademisyen ve personeli, Sosyal-İş Sendikası desteğiyle, kendilerine hak ihlali yapıldığı iddaasıyla Santral kampüsünün çimenlerinde eylem yapıyor.

İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin akademisyen ve personelleri, yönetim tarafından işten atılma ve kendilerine, hak kaybına uğrayacakları yeni bir sözleşme imzalatılmak istendiği gerekçeleriyle Santral kampüsünün çimenlerinde oturma eylemi yapıyor. Eylül ayından beri eylemlerini sürdüren işçilerin bugüne kadar yaptıkları faaliyetler; Karşılaştırmalı Edebiyat bölümü öğretim üyesi ve Taraf Gazetesi yazarı Murat Belge ve Prof. Dr. Büşra Ersanlı ile açık hava dersleri yaparak öğrencilere seslenmek, rektörlüğe bir yürüyüş düzenleyerek topladıkları imzaları teslim etmek ve basın açıklaması yapmak oldu.

İşçilere destek vermek için Eşitlik ve Demokrasi Partisi eylemdeydi. Sendika mücadelesinin çok önemli olduğunu vurgulayan parti üyeleri şunları ekledi: “Destek olunmazsa işten atılanların sayısı bu kadarla kalmayacak, artacak. Bu eylemi tek bir koldan yürütmenizi, gücü tek bir elde toplamanızı öneriyoruz. Bu sayede daha olumlu bir tepki almanız kaçınılmaz olacaktır”.

İşlerine her gün kovulacakları düşüncesiyle gittiklerini söyleyen öğretim üyeleri “ Bizden, tatilimizi 3 hafta indiren, ders saatimizi 13’den 15’e çıkaran, geçici hoca olarak kaydedildiğimiz bir sözleşme imzalamamız istendi. Ama bazılarımız imzalamadı. Bu yüzden işten kovulma korkusu yaşıyoruz. Bizler maillerimizin sansürlendiği büyük bir baskı ve korku olan bir yerde çalışıyoruz. Şuan iyiki buradayız ve iyiki burada birbirimizden güç topluyoruz.”  açıklamasını yaptılar.

Sosyal-İş üyesi ve dershane öğretmeni Duygu Semiz “Bizim giremediğimiz yerlerde sizler varsınız.” diyerek öğrencilere seslendi, destek olmalarını istedi ve ekledi: “ Uzun süredir temizlik personelinin, öğretim görevlilerinin ve tüm çalışanların örgütlenmesi için uğraşıyoruz ve biz, burada bir ilki gerçekleştiriyoruz. Bu aynı zamanda öğrencilerin de katılması gereken, bu şekilde güçleneceğimiz bir süreç. Bizler korkmadan devam edeceğiz, herkesden destek bekliyoruz. Sadece 5 günde 700 öğrenci imza attı. Bu durum, öğrencilerin ne kadar çok destek verdiğini gösteriyor. Bunun devamını bekliyoruz.”

Sosyal-İş Genel Sekreteri Celal Uyar da oradaydı. Uyar, çalışma bakanlığına isyan etti. Bakanlığın müracaatlarını 10 aydır beklettiğini ve sendika oluşturabilmek için gerekli olan haklarının verilmediğini söyleyen Uyar, öğrencilere, “Siz de bir çoğumuz gibi bu sistemin bir parçası olacak ve işçileştirileceksiniz.” diyerek seslendi ve ekledi: “Büyük olasılıkla hepimiz için olumsuz getiriler oluşturacak olan yeni yasalar çıkarılacak. Okulda sizleri müşteri olarak görüyorlar. İş yerini rahatsız etmenın yolları müşterilerden geçer. Sizin desteklerinizi bekliyorum ve emeklerinizi talep ediyorum. Hedefimiz toplu sözleşme yapmak. Ancak örgütlenmeyle bir şeyler yapabiliriz. Tabii bunu sendika desteğiyle yapıyoruz, aksi halde yasalar buna, sendikasız izin vermiyor."
İmzalatılmak istenen yeni sözleşmeyle yıllık izin sürelerinin ve ücretlerinin düşürüleceğini, güvencesiz çalışacaklarını, akademik özgürlüğün sınırlandırılacağını ve iş yüklerinin artacağını iddaa eden ve İş Yasası’nın 22. Maddesine göre bu duruma karşı çıkma haklarının olduğunu söyleyen işçilerin iddaalarına, Bilgi Üniversitesi Genel Sekreter yardımcısı Elka Demir Özkan şöyle cevap verdi: “ Bilgi Üniversitesi olarak fiziksel bir küçülme yaşıyoruz. Bundan dolayı bazı arkadaşlar gönüllü olarak bazı arkadaşlar da küçülmenin getirdiği süreçle ayrıldılar. İdari personel için söylüyorum ki, haklarının düşürüldüğü böyle bir sözleşmenin varlığı doğru değil, böyle bir şey yapmak mümkün de değil. Zaten artık herşeye ulaşmak çok kolay. Eğer böyle bir durum olsaydı ilgili yerler tarafından ulaşılıp müdahale edilirdi. Ben 15 yıldır burada çalışıyorum benim bile herhangi bir sözleşmem yok. Bizim herhangi bir sözleşme imzalatmak gibi bir çabamız yok”.

Oturma eylemlerine halen devam eden ve sonuna kadar direneceklerini belirten işçiler, açık hava derslerinin devamını getirmeyi planlıyorlar.

21 Ekim 2012 Pazar

Osmanlı Temalı Yerli Filmler


                  Eve Giden Yol

Oyuncular: Erdal Beşikçioğlu, Melisa Sözen, Emre Altuğ, İrem Altuğ, Metin Akpınar, Ali Sürmeli, Ege Aydan, Aykut Oray, Ümit Çırak, Numan Acar, Hilmi Özçelik, Onur Gürsoy, Sadık GürbüzYönetmen: Semir AslanyürekSenaryo: Semir Aslanyürek, 2006, Dram.
Filmin hikayesi Osmanlı’nın 1. Dünya Savaşı’na girdiği dönemde Anadolu’nun güneyinde ve bugünkü Suriye topraklarında geçiyor. Köyün ağasının kızı Safiye ve yetim Mahmut birbirlerine aşıklar. Gençler bir gün, köyden birine yakalanırlar. Bu durum Safiye’nin babasının kulağına gider. Mahmut ve kızını birbirlerinden uzaklaştırmak için haince bir plan yapar. Ağa, köy civarında tecavüze uğrayan kızların öldürülmesine karar verir ve bunu yapacak gençler kurayla belirlenir. Bu kurada hile yaparak Mahmut’un ‘kan gölü’ ne, kızları öldürmek için gitmesini sağlar. Ancak Mahmut bunu yapamaz ve kaçar. Hikayemiz burdan sonra başlar.
Film Suriye civarında geçmesine rağmen, bazı sahnelerde Ege yöresinden zeybek oynanması şaşırtıcı bir unsur. Türü dram olan filmde, müzikler, sahnelere göre uyumlu bir şekilde değişiklik gösteriyor ve kısa sürüyor. Özellikle asker çatışmalarının bir hayli inandırıcı olduğu ‘Eve Giden Yol’ da, bir o kadar az komik unsurlara yer verilmiş ve bu unsurlar tadında bırakılmış. Rastlantıların önemi, özellikle Safiye’nin kaçırıldığı sahnede üst seviyede. Bazı sahnelerde küçük unsurların gizli kalması merak uyandırıyor.

         İstanbul Kanatlarımın Altında

Oyuncular: Ege Aydan, Okan Bayülgen, Haluk Bilginer, Savaş Ay, Burak Sergen, Zuhal Olcay, Beatriz Rico
Yönetmen: Mustafa Altıoklar
Senaryo: Mustafa Altıoklar, 1996, Fantastik, Dram, Duygusal, Macera.

Film 4. Murat döneminde Hezarfen Ahmet Çelebi’nin uçma sevdasını konu alıyor. Filmin başında çoğu olayın padişahın dışında gerçekleşmesi, bir saray çalışanının padişaha saldırması ve kimsenin bunu umursamaması sahnenin gerçeklik açısından inandırıcılığını kaybettiriyor. Murat’ın İstanbul’da düzeni tekrar sağlamaya çalışmaları, 4 arkadaş olan karakterlerimizle
( Hazerfen Ahmet Çelebi, Lagari Çelebi, Bekri Mustafa ve Evliya Çelebi) beraber içki içmesi, aynı yerlere gitmesi, onlarla kendisini tanıtmadan beraber olması sonucunu doğuruyor. Murat, Ahmet ve Hasan’ın uçma isteklerini, bu amaçları için kuş vücuduyla insan vücudunu karşılaştırmak amacıyla bir ölünün vücudunu kesmelerine şahit oluyor ve onları yargılıyor. Filmde Okan Bayülgenin (Hasan) uçmak hakkındaki düşüncelerini, padişahı ikna etmeye çalışmasını içeren sahnede başarılı performansını görüyoruz. Hasan’ın bu konuşmaları padişahı ikna ediyor ve uçmayı gerçekleştirmelerine izin veriyor. Senaryo bu şekilde ilerliyor.
Filmde zaman zaman, hikayenin akışında komik unsurlar barındırılıyor ve tekrar hikayeye dönülüyor. ‘İstanbul Kanatlarımın Altında’ ki müzik hikayeye masalsı bir sunuş katıyor. Filmin sonunda Ahmet Çelebi’nin yoğun baskıya rağmen (Murat’ın olumlu düşüncesinden vazgeçmesi) Galata Kulesi’nden atlayıp uçması seyirciyi filme daha da bağlıyor. Eğer gerçek bir sinema severseniz ‘İstanbul Kanatlarımın Altında’ ki , Türk sinemasının dönüşümünü görmenizi tavsiye ederim. Film, Siyad  1995-96 Sinema Ödülünü ve En İyi Görüntü Yönetmeni Ödülünü Uğur İçbak aldı. Geçmiş günlerde Show Tv’nin İstanbul Kanatlarımın Altında’yı dizi yapmak için bir proje hazırlığında olduğu gündeme gelmişti.

6 Haziran 2012 Çarşamba

Hugh Woods, Psyhcology Erasmus Student




1-Do you know Turkey's prime minister? Whats her/his name?

Erdoğan, dont know what is his first name is though, but if I saw a picture of him I would recognise him.

2-What do you know about Turkey's prime minister?

I don’t know much about him, I know he’s been in power since 2003? But after that not too much

3-What do you know about Turkey current news?

Current news, well I know there set to host international talks between Iran and others in Istanbul soon. I was at the mayday protests on Tuesday. I know little about the pkk conflict to just about the bombings etc. I also know that people in Tarlabası are being moved to a different part of the city as the government wants to refurbish the area

4-Do you know about artist protest in Turkey? What do you think about this situation?

No, thats the simple answer to that question…

5-Do you know Ahmet Şık? What do you think about him?

Also no, dunno who he is.

6-What do you think about football in Turkey?

Fucking love it! I think the commitment that supporters show to the team is great, as long as the support doesn’t result in violence I’m all for the supports show. I think people take football serious over here maybe it’s just in Istanbul that they take it seriously but I’m not sure

7-Which team do you know team in Turkey? Why?

Besiktas, Galatasaray, Fenerbahce, Trabzonspor are the ones I know, I know the teams from Istanbul and I have been in Trabzonspor. I also know Bursa have a team but I don’t know the name of the team.

8-What do you think about the general condition of Turkey? (Ex:people,space..)

I have found people over here to be very helpful, much more so then in Ireland, when you ask for help they are much more willing to help. As a lot of people I talked to before didn’t have the many positive things to say about them, but they were all so wrong!
I do wonder how a lot of people earn a living (make money) though as many people seem to sit around drinking cay all the time! And lots of shops sell the exact same things as the shop beside them so I wonder how they earn money space em Istanbul is the biggest city I have ever been, everywhere I look there is more of the city, I think its interesting to see how the poor people in Tarlabası live so close to the main street of  Istiklal, as in Ireland the poor areas are far away from the main streets. I think though that the Turkish government could do better, for instance I started school at age 4 but over here you dont start til 7…


ekonomi


Suudi Arabistan’lı iş adamı Muhammed Shaman M. Al-Mugherah,

Bursa’ya büyük bir yatırım yaparak, otomotiv yedek parça imalatı yapacak

şirket ve içinde Hollywood ve Disneyland gibi film platolarının bulunduğu

termal tesis kurmak istiyor. Bu iki yatırımın toplam 2 milyar dolar değerinde

olacağı söyleniyor. Bu oluşum, Bursa hatta Türkiye için büyük bir gelir kaynağı

olabilir. Ülkeye para girişi sağlanır ve turizm gelirleri artar, bir çok yerli-yabancı

turistin ilgisini çeker ve böylece ekonomik açıdan olumlu gelişmeler yaşanabilir.

Ayrıca çok sayıda işsiz ya da yaptığı işten memnnun olmayan vatandaşlarımıza

iş olanağı sağlanır. Bu açıdan 11 Mayıs 2012 Cuma tarihli bu haber bana önemli

geldi. Bu söylediklerimi Arap iş adamının şu sözleriyle kanıtlayabilirim:

“Sizden Suudi Arabistan yatırımlarını yönlendirmek adına iki önemli talebimiz

vardır.

 İlk talebimiz olarak 1500-2 bin Türk çalışanına iş olanağı sağlayacak

olan otomotiv parçaları üretecek, yeni şirketimiz için 100 bin metrekarelik

sanayi arsasının tahsis edilmesi. İkinci olarak da Disneyland ve Hollywood

benzeri film platolarının yer alacağı büyük bir cazibe merkezi oluşturmak. Bu

konuda elverişli bir arazide 1 milyon metrekarelik bir alanı tahsis edilmesini rica

ederiz.”

24 Nisan 2012 Salı

YERALTI


Film, bir adamın aniden huzursuzca uykusundan uyanmasıyla ve “Olup biteni tek tek anımsarken birden yüzünü kapadın ellerinle” sözleriyle başlıyor. Muharrem, çoğu zaman, gözleri uykusuzluktan çökmüş, bitkin bir adamdır. Sigara içerken pantalonuna düşen külü itinayla temizlemesiyle titiz olduğunu anlıyoruz ancak çok fazla takıntı sahibi olduğunu filmin ilerleyen kısımlarında sürekli kendisini koklamasından ve kapının eşiğinden birkaç kere geçip değişen bir şeyler var mı diye bakmasından görüyoruz. Sürekli bar tarzı ve karanlık yerlede bulunan Muharrem “Karanlık yerlerde dolaşıyor, çirkin ve utanç verici şeylere karşı söndürülemez bir istek duyuyordum sözlerini söylüyor. Ama bir yandan da sinemaya gidiyor, kitap okuyor, spor yapıyor ancak bunların sonucunda ne olduğunu şu sözüyle anlıyoruz: “ …ama her seferinde başımda tacım karanlık krallığıma dönüyordum.” Muharrem, kendisinden nefret ediyor ve herkesin ondan nefret ettiğini düşünüyor. O yalnız bir adam olduğu için eğlenen insanlara hatta hayattaki hiç bir şeye tahammül edemiyor. Bunu “Herşeyle aramda gizli bir kavga başladı” sözünden de anlayabiliyoruz. Muharrem’in Türkan adında bir yardımcısı var. Türkan, Muharrem dışında aynı apartmanda başka bir adama da hizmet ediyor. Biz bu adamı hiç göremiyoruz. Hatta Türkan’nın söylediği, adamın köpek gibi ulumalarını bile duymuyoruz. Bu adam, Türkan’ı ulumalarından ve çekilmeyen hareketlerinden usandırıyor ve bir gün adam, Türkan’ı çocuklarıyla birlikte dışarı atıyor. Türkan Muharrem’e gidiyor, ondan akıl alıyor. Muharremin üst seviyede olan umursamazlığını Türkan’a söylediği “Merdivenlerden itiver, gitsin” cümlesinden anlayabiliyoruz. Türkan adamı merdivenlerden itiyor ancak adam ölmüyor. Filmin diğer bir kısmında, Muharrem’in geçmişte bir arkadaşının hırsız olduğunu iddaa ettiğini öğreniyoruz ve bu yüzden bir kaç eski arkadaşıyla arası bozuluyor. Muharrem’in hırsız dediği arkadaşı bir kitap yazıyor ve ödül kazanıyor. Bunun üzerine arkadaş grubu bir yemek vermek istiyorlar. Muharrem bu yemeğe kendini zorla davet ettiriyor. Yemeğe gittiğinde sarhoş oluyor ve Dostoyevski ile ilgili bir şeyler söylemeye başlıyor ancak esas söylemek istediğini söyleyemiyor, içindekileri dökemiyor. Arkadaşları ona her zaman olduğu gibi umursamaz tavırlar gösteriyorlar. Muharrem kendi kendine şarkı söyleyip dans etmeye başlıyor. Adamlar dağılıyor. Muharrem, önemsenmemeyi kaldıramıyor, ödül kazanan arkadaşının oteline gidip bağırmaya başlıyor. Otel yetkilileri onu dışarı atıyorlar ve o gece bir bankta uyuyakalıyor. Bir adam gelip sana kahve ısmarlayayım diyor ve daha sonra Muharrem’i yatakta bir kadınla görüyoruz. Muharrem oraya nasıl geldiğini hatırlamıyor. Onunla sohbet ettikten sonra kadına hırlamaya, köpek gibi sesler çıkarmaya başlıyor. Sonra da başın sıkışırsa ara diyip numarasını bırakıp gidiyor. Bir süre sonra Türkan uluyan adama yaptığına pişman oluyor, merhamet duymaya başlıyor, onunla nikahlanmaya karar veriyor. Türkan’ın, Muharrem’e yüz çevirip “nankörlük” yapmasıyla birlikte Muharrem iyice dağılıyor ve evde ne varsa yıkıp devirmeye başlıyor. Tam o sırada açık olan evinin kapısından içeri numarasını verdiği kız giriyor. Kıza bir süre bağırdıktan sonra kollarında, “İyi olmak istiyorum olamıyorum, bırakmıyorlar” diye ağlıyor. Sonra yine köpek sesleri çıkarmaya başlıyor ve kızla birlikte oluyorlar. Sonraki sahnede kızın yanağındaki  ısırık izini görüyoruz. Muharrem artık değişmeyeceğini anlıyor ve filmimiz bitiyor.

   Türü dram olan filmin inandırıcılığı üst seviyededir. Çünkü gerçek yer ve ortamlarla, gerçek insani durum ve tepkilerle, gerçek karakterlerle ve izleyene “Bu bende de oluyor” dedirten içsel dürtülerle karşılaşılmakta. Rastlantılara önem verilmemiş. Filmde çok fazla müzik kullanılmadığı gibi filmin hikayesi eğlenceli sunulmaya çalışılmamış. Ayrıca film, izleyenlere herhangi bir mesaj verme amacı gütmüyor.

23 Nisan 2012 Pazartesi

Ortaköy Mecidiye Mahallesi muhtarı Cemal Bey ile söyleşi:
Bize kendinizden ve muhtarlığa ilk aday olduğunuz zamanlardan
bahseder misiniz?
Ben 1943 Ortaköy doğumluyum. 25 sene Beşiktaş Belediyesi’nde hizmet
gördükten sonra emekli oldum. Emekli olduktan sonra kutsal bir görev olan
Ortaköy muhtarlığına aday oldum. Mecidiye Mahallesi’nin muhtarı seçildim.

Muhtarlığa aday olmanıza sebep olan şeyler nelerdi?
Kesinlikle Ortaköy aşığı olmamdan geliyor bu. Tüm özelliklerini ve
insanlarını gerçekten seviyorum. Onlara yardımcı olabileceğimi düşünmek
bile beni heycanlandırıyordu, hala öyle tabii. Onların dileklerine,
şikayetlerine hizmet etmek benim için bir zevk. Bu çevrenin insanını çok iyi
tanıyorum. Fakir fukaraları ve onların hangi şartlar içinde yaşadığını biliyorum.
Ben kimsenin hakkını kimseye yedirmem, muhtarlık mesleğini de bu
özelliğimden dolayı yapmak istedim.

İlk başlağınız yıllarla şimdiyi kıyaslarsak, muhtarlık mesleğinizle
ya da Ortaköy’le ilgili değişen bir şey var mı? Varsa bunlar nelerdir?
Eskiden mahallenin muhtarı denildiğinde önemli bir mevkii düşünülürdü.
Şimdi de duyuluyor tabii ama o zamanlar muhtarlara ve muhtarlığa gerçek saygı
gösterilirdi. Ayrıca şimdi muhtarlık, eskiye göre daha disiplinli bir hal aldı.
Sürekli muhtarlıkta olmak ve toplantılara katılmak zorundasınız.

Hiç üst mevkiilere yükselmeyi düşündünüz mü?
Hayır hiç düşünmedim. Bir süre belediyede şeflik yaptım. Ben makamın
ne olduğunu biliyorum. Makamda gözüm yok eğer olsaydı böyle bir şeye atılırdım ancak gerek
duymadım.
Son kez söylemek istediğiniz herhangi bir şey var mı?
Ortaköy eskiden çok güzel bir semtti. Rumu, Ermenisi, Yahudisi iç içe
yaşardı. Fakat bazı olaylardan dolayı, özellikle 6-7 Eylül olaylarından sonra
bu düzen bozuldu, Rumlar göç etmeye başladı. Onların arkasından diğer
ırklardan olan arkadaşlarımız Kanada’ya, Fransa’ya, Amerika’ya göç ettiler.
Ortaköy’de bir boşluk oldu. Bu olumsuz bir gelişme oldu. Onlarla birlikte
yaşamak ben kendi adıma söyleyeyim apayrı bir şeydi. Bence Ortaköylü olmak
bir ayrıcalıktır.

İran'dan gelen turist sayısı azaldı

Bir ülkenin parasının değerinin düşmesi o ülkeye zarar verir diye genel bir
düşünce vardır. Ancak bu durum, sadece içinde bulunduğu ortamı değil,
bağlantılarını da olumsuz yönde etkiler. Tıpkı İran-Türkiye ekonomik
ilişkilerinde olduğu gibi …
İran Türkiye’ye en çok turist gönderen 4. ülkedir yani 1.8
milyon kişidir. Ancak İranın para birimi olan riyalın değerinin dolar karşısında
düşmesiyle bu ilişki olumsuz etkilendi. Şubat ayında İran’dan gelen turist sayısı
%40 düştü. Mart ayında da aynı şekilde umutsuz bir gidişat vardı. Sadece İran
ile çalışan 10 Türk seyahat acentesi iflasa sürüklendi. İran’da insanlar dolar
bulamıyorlar, riyalı kuyumcuda dolara çeviriyorlar. İstanbul ve Antalya’daki
otellerde İranlılara ayrılan kısımlar boş kaldı.
2012: Gelen İranlı sayısı 147.408
Değişim Oranı -29.03 (%)
2011: Gelen İranlı sayısı 207.691 (Ocak-Şubat)
Değişim Oranı 3.53 (%)

10 Nisan 2012 Salı

Ortaköy- Entel Pazarı

Ortaköy “Entel Pazarı” çalışanları, Beşiktaş
Belediyesi tarafından yerleşimi değişen pazarın, eski
düzenine dönmesi için imza kampanyası başlatmaya karar
verdiler.
90’ların başında , Ortaköy sahilinde kurulan Entel Pazarı,
bir çok farklı kültürden insanın oluşturduğu bir pazar. Entel
Pazar’ı, halk tarafından İstanbul’un en çok tercih edilen
yerlerinden biri.
Son günlerde, Ortaköy esnafının memnun olmadığı Entel
Pazarı’nın düzensizliğiyle ilgili çalışmalar yapılıyor.
Entel Pazarı’nın iki esnafı Fethi Ersoy ve Orhan Çiftçi,
pazarın düzeninin 20 yıl önce nasıl, 20 yıl sonra nasıl
olduğunu, geçen yıllarda ne gibi evrimler geçirdiğini,
olumsuz bir değişim yaşandıysa bu sürecin nasıl olumlu
yöne çevirilebileceği hakkında konuştular.
Orhan Çiftçi şunları söyledi:
“ Entel Pazarı 90’ların başında kaldı. O zamanlar şimdiki
gibi sadece incik boncuk yoktu. Şimdi her yerinde aynı
ürünler satılıyor. Sanayinin gelişmesi ve tüketim çılgınlığının
yayılması bizim pazarımızı da olumsuz yönde etkiledi.
Eskiden hiç kimse birbirinin ürününü satmazdı, böyle bir şey
ayıp karşılanırdı. Herkes birbirine saygı duyardı. Şimdi o
kadar çok tezgah var ki ister istemez birileriyle aynı malı
getirip koymuş oluyorsunuz masanıza. Ama bunun kaçınılmaz
olması, bir ürünü yanınızdaki kişinin masasında görüp aynısını
alıp koymanızı gerektirmiyor.”  
Orhan Çifti şunları ekleyerek devam etti:
“Eskiden Entel Pazarımıza bir
laf gelse, ben kendi adıma söyleyeyim çok üzülürdüm ve o
laf  bana gelmiş sayardım. Çünkü ben ve arkadaşlarım,
buranın bizim sadece ekmek kapımız olmadığını aynı
zamanda bizleri temsil ettiğini düşünürdük. Ama şimdi
“para kazanalım da nasıl olursa olsun” düşüncesi hakim
burada. Benim ve benim gibi düşünen arkadaşlarımın
düşünceleri de bu hengamede yok olup gitti.
Biz imza toplamaya karar verdik. Belediye, Entel Pazarı’nın
düzenini tamamen bozdu. Elimiz kolumuz bağlı oturarak Entel
Pazarı’nın yok oluşunu izlemek istemiyoruz. Tezgahların
dizilişi eskisi gibi olsun, bu karışıklık artık düzelsin istiyoruz.”

Ortaköy’de herkesin “Fethi Baba” olarak bildiği Fethi
Ersoy ise şöyle konuştu:
“Biz eskiden yan masadaki arkadaşlarımızla yediğimizi
içtiğimizi paylaşırdık, öteki bir yere gitse diğeri kendi masası
gibi bakardı arkadaşının tezgahına, müşteri geldiğinde
ilgilenirdi. Şimdi ise insanlar yan tezgahtan birbirlerinin
müşterilerini çalıyorlar. Eskiden tek sıra halinde, düzenli bir
şekilde açardık tezgahlarımızı. Şimdi tezgahlar, kalabalık
gruplar halinde toplandığı için bazı esnafların tezgahları önde
bazılarınınki arkada duruyor. Bu durum da satışı olumsuz
yönde etkiliyor tabiiki. Belediye tarafından kura sistemiyle
yapılmış olan bu düzen haksız rekabeti doğurdu.
Bunun yanı sıra önde duranların tuzları kuru olduğu için onlar,
bırakın arkada duranlar için bir şeyler yapmayı saygı bile
göstermiyorlar. Başlatılan kampanya Entel Pazarı’nın belki
eski düzenini geri getirebilir ancak eski manevi değerlerimizi
asla geri getiremeyecek. Entel Pazarı artık iyi yöne gitmez. İş
çığrından çıktı, eski düzen bozuldu. Yeni jenerasyon sürekli
rekabet içinde.”

6 Nisan 2012 Cuma

İnsanlık Durumu- Hannah Arendt

İnsanlık durumu, Hannah Arendt’in 1956 yılı Nisan ayında Chicago
Üniversitesi’nde verdiği Charles R. Walgreen Foundation dersi sayesinde ortaya
çıkmıştır. Arendt, bu derste Marksizm’deki Totaliter Öğeler konusuna
değiniyordu. Totalitarizmin Kaynakları, Nazi’lerle ilgili oldukça fazla bilgi
içeriyor ancak Stalin’in cinai sınıf  Mücadelesinin Marksist çerçevesi hakkında 
hiçbir şey barındırmıyordu ve Arendt Marksist kuramın hangi özelliğinin böyle
bir felakete neden olduğunu merak ederek araştırmaya başladı. Ancak böyle bir
kitap hiç yazılmadı. Ama bu zengin içerikli araştırma İnsanlık Durumu’nun
oluşmasına yardımcı oldu.
Arendt için çok kullanılan ikili karşıtlıklar çok kısıtlayıcıdır. O, yeni,
çoğu üçlü olan karşıtlıklar ve onların ayrımlarını yapmıştır. Çünkü ona, klişe
olan zıtlıklar, kendi tanımlamalarını ve araştırmalarını yaparken
yetmemektedir. Örneğin: Yeryüzü ile dünya ya da güç, şiddet ve kuvvet
arasında. Kitapta,  ilerlemeyi sağlayacak olan modern inanç  sorgulanmaktadır.
Çünkü iki buçuk bin yıl önce yaşamış olan insanların tecrübelerinden çok
önemli dersler çıkartacağımız varsayımları yapılmıştır.
Kitap hem zor hem de farklı bir büyüsü vardır. Bunun nedeni Arendt’in
aynı anda pek çok şeyi yapmasıdır. Okumalarda içiçe geçmiş bir sürü
düşünceler ve sürprizlerle karşılaşılmaktadır. Arendt, eylem yetisinin en zor
koşullarda bile varolabileceğini hatırlatmayı amaçlamıştır. Ancak hiçbir zaman
insanlara ne yapmaları gerektiğini söylememiştir.
          Kitabın en belirgin prensibi, emek, iş ve eylemdir. Hannah Arendt, dini
ve felsefi otoriteler tarafından bu ayrımların gözardı edildiklerini söyler. Ayrıca,
kafasındakinin “İnsanlık durumunu en yeni deneyimlerimiz ve korkularımızdan
hareketle yeniden ele almak” olduğunu söyler.
İnsanlık Durumu’nu çözümlediğimizde, insan dünyasına farklı açılardan
bakanlarla aynı dünyayı paylaştığımızda gerçekliği görebileceğimizi göreceğiz.
Bunlar olmadığı takdirde, bizler kendi öznel deneyimlerimize sıkışıp kalırız.
Arendt, eylemi gerçekleştiremeyeceğimiz durumlar olduğunu, bu
durumlara çare olabilecek bazı şeylerin varolduğunu ancak bunların
ulaşılabilirliğin kısıtlı olduğunu söyler. Önlenemeyen süregelen şeyleri
durdurmak için farklı eylemlere doğru gitmenin mümkün olduğunu ancak bunun
tek başına geleceği güvence altına almayacağını ya da geçmişin yaralarını
sarmayacağını söyler.
Emek, iş ve eylem, insanın hayatının içinde mutlaka bulundurduğu
ve bulundurması gereken durumlardır. Vita Activa terimini açıklamak için de
vazgeçilmez kavramlardır. Emek, yaşam sürecine karşılık gelen bir etkinliktir.
İnsanın emek harcaması hayatının kendisidir.
İş, doğadan tamamen farklı, yapay şeyler oluşturur. İnsanın iş durumu
dünyasallıktır. Eylem,doğrudan insanlar arasında geçen tek etkinliktir,
yeryüzünde insanın değil insanların yaşadığına, çoğulluk durumuna karşılık
gelir. İnsanlık durumunun bu yanları, çoğulluk durumunu oluşturur.
          İş, eylem ve emek doğum ve ölümle, doğarlık ve ölümlülükle yakından
ilgilidirler. Emek, türün hayatını garanti eder, işin ürünü olan dünya, ölümlü
hayatın geçiciliğine kalıcılık kazandırır, eylem ise siyasi düzenlerin kurulmasını
ve muhafaza edilmesini sağlar, yani tarihin koşulunu yaratır. Emek ve işin
kökleri doğarlıktadır ama doğarlıkla en ilgili olan eylemdir.
Ölümsüzlük, zaman içinde var olmak demektir. Yunanlıların inanışına
göre, doğaya ve Olimpos’un tanrılarına verilmiş fani olmayan hayat,
ölümsüz hayattır. Yunanlıların ölümsüzlüğe duyduğu ilgi, ölümlü olan
insanların hayatlarını tamamen kuşatmış olan ölümsüz bir doğa ve ölümsüz
tanrılardan kaynaklanmaktadır.
Ölümlülerin görevi, varolmalarını hakettirecek ve sonsuzluk içinde biraz
olsun kendilerini evlerinde hissedebilecekleri bir şeyler üretmektir,ancak bu
şekilde kendilerine bir yer bulabilirler. İnsanlar ne kadar ölümlü olsalar da
ürettikleri şeylerle ölümsüzlüğe kavuşabilirler, onlar bu yeteneğe sahiptirler.
Doğanın onlara vereceği  zevklerle yetinenler hayvanlar gibi yaşarlar ve
hayvanlar gibi ölürler.Heraklit bu kanıdaydı ancak Sokrates sonrasında bu
düşüncede olan hiç yoktu.
Sokrates, düşüncelerini yazarken titizlenmezdi. Bir düşünür, kendisini
Ebedi olmaya ne kadar kaptırmış olursa olsun, aklındakileri kağıda
Dökerken tek düşüncesi, yazdıklarından ve düşüncelerinden izler bırakmaktır.
Sokrates vita activa teriminin derinine dalmış ve vita activanın süreklilik tarzını
ve ölümsüzlüğü seçmiştir.
“Hiçbir canlı varlık gerçek ölümü belli bir zaman zarfında sürdüremez”.