10 Nisan 2014 Perşembe

Kutsal tarih yaklaşıyor


Hristiyan aleminin en kutsal yerlerinden biri olan Büyükada’daki Ortodoks Aya Yorgi Kilisesi’ne, her yıl 23 Nisan ve 24 Eylül tarihlerinde gelen, her dinden ziyaretçilerin akın etmelerine son on üç gün kaldı.

Büyük Ada’da Yücetepe’de bulunan Aya Yorgi Kilisesi özellikle 23 Nisan ve 24 Eylül aylarında ziyaretçi akınına uğruyor. Büyükada'nın en yüksek tepesi olan Aya Yorgi Tepesi'nde bulunan  Aya Yorgi Kilisesi’ne, uzun ve dik bir yokuşu deyim yerindeyse tırmanarak  varıyorsunuz. Saint George adına inşa edilmiş olan kilisenin orijinal adı Agios Georgios Rum Ortodoks Manastırı. Manastır, Ortodoks kilisesinin otoritesi olarak görülen Başpiskoposluğun, Türkiye’de kabul ettiği manastır olma özelliğini de taşımakta.

Özellikle 23 Nisan ve 24 Eylül tarihlerinde adaya gelen ziyaretçiler, Aya Yorgi yokuşunu çıkarken, dileklerinin gerçekleşmesi için ağaçlara ve bağlayabildikleri her yere, mendil ve eşarp gibi çeşitli şeyler bağlıyorlar. O tarihlerde adaya giderseniz her yerde makarayla ip satıldığını göreceksiniz. İnsanlar, yokuşun en altından başlayarak Aya Yorgi’ye varana kadar bu ipleri makaradan açıyorlar ve eğer hiç konuşmadan bu şekilde kiliseye varırlarsa dileklerinin gerçekleşeceğine inanıyorlar. Ayrıca yokuşu çıkan genç yaşlı herkes çeşitli dilek dileme yollarına başvuruyor. Örneğin, yaşlı bir teyzenin, hiç yorulmadan o dik yokuşu çıktığını ve ev dilediği için taşları birbirinin üzerine koyarak onları sırayla dizdiğini gördüm. Ortodoks Yrd. Doç. Dr. Mimar Apostolos Poridis’in söylediğine göre, kilisenin inşa nedeni olan Aziz Yorgi‘nin ikonası genel inanca göre mucizevi:
“Bizim dinimizde buradaki ikonaların hastalıkları iyileştirdiği inancı hakimdir. Yürüyemeyen birini yokuştan çıkartıp Aya Yorgi’ye getirdiklerinde o kişi yokuşu kendisi yürüyerek indi.”  Hristiyan inanışına göre, Aya Yorgi'ye yürüyerek çıkan insanların  yarı hacı sayıldığı söyleniyor. Ama Poridis bu söylentiyi kabul etmiyor: “Benim inancıma göre Efes’teki Meryem Ana Kilisesi’ne gidildiğinde hacı olunur.”

Kimileri için, tanrıya giden yolda azimle ve sabırla yürümek anlamına gelen, ucu görünmeyen dik yokuş, kimileri için eğlence kaynağı. On beş yıldır Büyükada’da yaşayan 25 yaşındaki Eylül Çevik Aya Yorgi’nin adalılar için bir etkinlik olduğunu söylüyor: “Biz dolunaylarda çıkar oraya içmeye gideriz. Yaz gelince tırmanırız gece kamp kurarız kilisenin önünde. Adalılar için artık dini değerini kaybetmiş olmasına rağmen Aya Yorgi, adanın en güzel noktasıdır. Özeldir her gidiş.” Eylül Çevik, adanın kalabalık halini sevmediğini vurgulayarak, kendisinin 23 Nisan ve 24 Eylül tarihlerinde Büyükada’dan gittiğini söylüyor..
Ziyaretçilerin Büyükada’ya akın ettiği ve insanların, adada kalabalıktan dolayı neredeyse yürüyecek yer bulamadıkları 23 Nisan ve 24 Eylül tarihlerinin önemi nerden geliyor?

Ortodoksların insan isimlerini yılın her bir gününe yayarak kutladıkları “isim günleri” var. 23 Nisan ve 24 Eylül de bu isim günlerinden. Ortodokslar, 23 Nisan’ı Yorgoların isim günü yani Aziz Yorgo bayramları olarak belirlediler. Bu yüzden özellikle Doğu Ortodoks ve Katolik ülkelerinde 23 Nisan, her yıl ismi Yorgo olanlar için kutlanıyor. Bu tarih, Saint George yani Aya Yorgi’nin ölüm tarihi.
24 Eylül’ün isim kutsallığı ise bambaşka. 24 Eylül, Hristiyan aleminde kutsal olan Ayie Thekla’nın (Azize Thekla) anıldığı gün…

Hz. İsa’nın havarilerinden olan Aziz Paulus’u dinleyerek Hristiyanlık dininden etkilenen 17 yaşındaki Azize Thekla, Konya ve çevresinde Hristiyanlığı yaymaya çalışırken Romalı putperestlerin ağır işkencelerine maruz kalıyor. Her seferinde mucizelerle hayatta kalan Thekla, kaçarak Silifke’deki yeraltında bulunan bir mağaraya saklanıyor. Azize Thekla’nın içinde yaşadığı, bugün Silifke’de bulunan ve “Meryemlik” adı verilen, Hristiyanlığın en eski ve en önemli merkezlerinden olan mağara, günümüzde yeraltı kilisesi olarak kullanılıyor ve Hristiyanlarca kutsal sayılıyor. Hristiyanlar, Azize Thekla’yı anmak için her 24 Eylül’de Aya Yorgi’ye geliyorlar.

Aya Yorgi’nin yapılış hikayesine gelecek olursak…
Agios Georgios Kilisesi (Aya Yorgi Kilisesi) ilk olarak Bizans döneminde 10.yy da İmparator Nikiforos Fokas tarafından yapıldı.  1204 yılında gerçekleşen 4. Haçlı Seferi sırasında Latinler tarafından tahrip edildi. 1302 yılındaki başka bir korsan saldırısında ise binaları tekrar yandı.  Bunun üzerine rahipler aziz Agios Georgios’un ikonasını ulaşılması ve bulunması zor bir yere gizledikten sonra bölgeyi terk ettiler. Bundan yüzyıllar sonra azizin ikonası  Mora Yarımadası’ndan bir çoban tarafından, rüyasına giren Aziz Agios Georgios’un yönlendirmesi ile  bulundu. Bundan sora Patrikhane kayıtlarına göre , kilise 1751-1752 yıllarında rahip İsaias tarafından tekrar yapıldı. 1908 yılında bas rahip Dionisos tarafından günümüzdeki kilise binası inşa edildi.

Dilden dile anlatılarak günümüze kadar gelen Mora’lı çoban IV. Murad zamanında Aya Yorgi ikonasını buldu. Çobanın hikayesi ise şöyle…

Çobanın rüyasına üç gün üst üste Aya Yorgi (Saint George) girer ve ondan uzun yokuşu çıkmasını, çan seslerini duyduğu anda bulunduğu yeri kazmasını söyler. Çıplak ayaklarıyla yokuşu tırmanan çoban, tepeye yakın bir yerde çan seslerini duyar ve bulunduğu yeri kazmaya başlar. Saint George'un denizden çıkan bir canavarı mızrağı ile öldürdüğü bir ikona bulur. Bizans döneminde işgal edilen Prinpiko Adası’nın papazları, bu ikona ve diğer bazı kutsal eşyaları buraya gömmüşlerdir. Çobanın bulduğu bu ikona şimdi kilisede sergileniyor.

Mimar Poridis, Aya Yorgi Kilisesi’nin kubbeli, dikdörtgen ve haç planlı olduğunu söylüyor. Bu özellik kilisenin dışında da yani çatı yapısında da kendini gösteriyor.  Poridis, bu plan tipinin kronolojik olarak 9.yy Bizans dönemi kilise mimarisi izlerini taşıdığını belirtiyor.  Mimar Poridis, kilisenin iç mekanında, kalem işlerinin bulunduğunu ve bu işlerin yapılmış olduğu dönemin genel beğenilerine uygun olarak gölgeli Osmanlı Baroku tarzında olduğunu da söylüyor.

Havari: İsa'nın öğüt ve inançlarını yayma işiyle görevlendirdiği oniki yardımcısı ve öğrencisinden her biri.
İkona: Ortodoks kiliselerinde kutsal resimlere verilen ad.

Osmanlı Baroku : Batı tarzdaki sanatlardan etkilenerek oluşturulan 1720-1830 yılları arasında süren bir sanat görüşüdür.

17 Mart 2014 Pazartesi

Dansözlerin çocuklar üzerindeki etkisi tartışma konusu oldu

Türkiye’de eskiden, yılbaşında, bayramlarda, özel günlerde çıkması için ailece beklenen dansözlerin, bugünün çocukları üzerinde bazı uzmanlar tarafından, tahrik etme, özendirme gibi etkiler yarattığı düşünülürken bazıları ise dansöz seyretmelerinin olumsuz etki bırakmayacağı görüşünde.

Kanal D ‘de yayınlanan Ben Bilmem Eşim Bilir adlı programda, dansözün programda bulunduğu ve para yapıştırıldığı için kanala geçtiğimiz günlerde ceza verildi. RTÜK tarafından “genel ahlakı zedelediği ve ailece izlenmesi sırasında çocuklarda utanma ve sıkılma gibi şeylere yöneltebilecek nitelikte olduğu ve çocukların izlediği saatte gösterildiği” gerekçesiyle ceza verilmesiyle dansözlüğün çocuklar üzerindeki etkileri gündeme geldi.

7/24 Yaşam Koçluğu Merkezi Genel Müdürü Asst. Prof. Dr. Ekrem Culfa, dansözlerin çocuklar üzerinde kötü model oluşturduğunu söylüyor. Dansözlüğün hem teşhirciliğe hem de çıplaklığa özendirdiğini, özellikle 8-10 yaş çocukları için daha fazla idol teşkil ettiğini belirtiyor. Culfa : “Aynı zamanda çıplaklık erkek çocuklarda tahrik edici olur ve mantık devreden çıkar. Erken cinsellik yaşamayı özendirmeye yol açabilir.” diyor.

Dr. Ekrem Culfa, dansözlüğün, çocuklar meslek seçimlerini yaparlarken, onları kötü yönlendirebileceği görüşünde. Culfa, programlarda çıplaklığın alkış ve para ile ödüllendirildiğini gören çocukların, çıplaklık ve teşhirciliğin cezbedici bir iş veya meslek olduğunu düşünebileceğini söylüyor:
“ Halkımızın çoğunluğu kızının dansöz olmasını malum yargı ve bakış açılarından dolayı istemez. Yaşam şartları açısından dansözlük sağlıklı bir meslek değil çünkü bedenini ortaya koyarak para kazanıyorlar.”
Culfa, çocukların ayakta olduğu zamanlarda, dansöz şovlarının özendirici meslek gibi algılanmaması için yayınlamaması gerektiğini vurgularken, dansözlerin bulunduğu programların 24:00‘den sonra +18 işaretiyle verilmesi gerektiğini söylüyor. 

Aile ve Çift Terapisti Uzm Psk. Danışman Özlem Mumcuoğlu ise, çocukların tüm dünyada yayınlanan salsa, çaça, tango gibi geleneksel dansları da izlediklerini, göbek dansının ya da dansöz kıyafetiyle bir kadını görmelerinin çocuklar üzerinde olumsuz etki yaratmayacağını söylüyor. Çocukların neredeyse her gün bu tür dansları televizyonda izlediklerini, dansözün dansının çocukları olumsuz etkilemediğini söyleyen Mumcuoğlu, esas dikkat edilmesi gereken noktalar hakkında şunları belirtti:
“Dansözlerin ekranda dansından ve kıyafetinden ziyade kameranın nereye zumladığı, bu dansı nasıl çektiği çok daha önemli olabilmektedir.  Cinsel gelişiminin henüz başında olan çocuklar için dansöze para takılması sırasında söylenen sözler, para takma şekli, kamera açıları, zumlanan yerler tahrik edici olabilir.”

Psikolog Özlem Mumcuoğlu, Ben Bilmem Eşim Bilir programını örnek göstererek, asıl sorunun dansöze para takılma şekli olduğunu, bunun yarışma formatında verilmesinin ve mizahının yapılmasının çok seviyeli olmadığını söylüyor. Programın hedef yaş grubunun çocuklar olmamasına rağmen  yarışmanın yayınlandığı prime time, çocukların ailecek izledikleri bir saat olduğu için hassasiyet gösterilmesi gerektiğini belirtiyor.


Mumcuoğlu, ekranlarda kadınların birer cinsel objeye, alınıp satılan bir mala dönüştürüldüğü, güven, sadakat, şefkat gibi değerlerin yerle bir edildiği evlilik programlarının, şiddet içeren dizilerin olumsuz etkilerinin saymakla bitmeyeceğini ve tüm bunlara maruz bırakılan çocukların çok daha fazla etkilendiklerini söylüyor

5 Mart 2014 Çarşamba

Ses Mühendislerini Tanıyor muyuz?

Pelin Akyazı
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın telefon konuşmalarının ortaya çıktığı iddialarından sonra, son günlerin en çok anılan mesleklerinden olan “ses mühendisleri” ni tanıyor muyuz?
Telefonunuzdaki mp3’ler, oynadığınız oyunlardaki müzikler ve ses efektleri, radyoda duyduğunuz o çok sevdiğiniz şarkı, gittiğiniz filmin savaş sahnesindeki adrenalin yüklü sesler… İşitebildiğiniz tüm alanlarda “ses mühendisleri” gizli kahramanlar.

Ses mühendisliği, sesleri ölçüp biçen, ses yaratan, seslerden müzik inşa eden bir meslek. Drum Clinic Müzik Stüdyosu’nda ses mühendisliği yapan ayrıca Mösyö adlı projede yer alan Cansın Karaoğuz,  ses mühendislerinin hayatımızın bir çok alanında, örneğin mekanlardaki ses düzenlerinde etkili olduklarını söyledi: ” Restoranlarda çatal bıçak seslerinin birbirlerine karışmaması, insanların mekanlarda birbirlerini rahat duyabilmeleri ya da müzik seslerinin mekandaki kişileri rahatsız etmemesi için ölçümler yapılarak, yalıtım ve akustik malzemeleriyle akustik düzenlemeler yapılır. Bu da ses mühendislerinin işidir.”
Bu akustik düzenlemeler, ülkemizde her restoranda yapılmıyor. Bu düzenlemeler daha çok lüks otel ve restoranlarda, konferans, tiyatro ve sinema salonlarında kullanılıyor.
Ses mühendisleri, iş hayatımızda da yerlerini alıyorlar. Örneğin, ses mühendisleri, fabrikalardaki havalandırma sistemlerinden fazla ses çıkışını önlemek için akustik paneller kullanarak fazla ses dengeliyorlar. Mühendis Karaoğuz, bunu yapmak için ses mühendisi olmak gerekmediğini fakat bu tür hesaplamaları bir ses mühendisinin yapabildiğini söylüyor.

Ses mühendisleri, eğlence sektörünün etkinliklerinden olan konserlerde de büyük rol oynarlar. Müzisyenlerin seslerini, genel ses dengelerini ve tonlamalarını, hangi mikrofonun hangi enstrümana verileceğini onlar ayarlarlar. Karaoğuz, ses mühendislerinin eğlence sektöründeki rolünün en az müzisyenler kadar büyük olduğunu, onlar olmasalardı bu sektörün günümüzdeki kadar gelişme şansı olmadığını belirtti.
Film, reklam ve dizi sektörlerindeki ses ile ilgili tüm konular, ses mühendisleri tarafından yapılıyor (Kayıt, mix, ses efektleri vb.).Nilüfer, Nazan Öncel, Ozan Doğulu gibi birçok sanatçının albüm kayıtlarının yapıldığı 

Noiseist Müzik Stüdyosu’nun sahibi Çağan Tunalı, bir sanatçının albüm yapımından, konserlerine kadar olan yolculukta ses mühendislerinin çok önemli bir yer tuttuğunu söyledi. Şarkıcı şarkısını söylerken stüdyodaki camın arkasından gördüğünüz o kişi ses mühendisi. Ses mühendisleri, sesinden memnun olmayan bir şarkıcının sesini değiştirip, kulağa hoş gelecek bir ses ortaya çıkarabiliyorlar.
Ses mühendisi Cansın Karaoğuz, ses mühendislerinin sesin bulunduğu her alanda iş imkanı bulabileceklerini, stüdyo, canlı konser, mekan akustiği düzenleme (sinema salonu, film müzik stüdyoları yalıtımı ve akustiği, restoran, amfi tiyatro, konser salonları bunlardan bazıları) gibi işlerde çalışabileceklerini söylüyor:
“Ses mühendisleri, stüdyo alanında şarkıların kayıt, mix ve mastering (kaydedilen seslerin tonal dengesini oluşturma) aşamalarından sorumludurlar. Kendi zevklerine göre birini tercih edip o alanda kendilerini geliştirebilirler. Bunun yanı sıra, bilimsel alanlarda çalışmalar yapabilirler. Farklı sektörlerde, örneğin silah sanayisinde bile çalışma imkanları vardır.”

SAE (The School of Audio Engineering-Ses Mühendisliği Okulu) öğrencisi olan Gökmen Alp’e göre, ses mühendisleri direkt olarak kulağa hizmet eder, hayatımızdaki yardımcı olan uyarıcı, hoş veya nahoş sesler, ses mühendislerinin düzenlemesi ile çıkar, nitekim kulaklarımıza ve beynimize lezzet sunarlar.

Ses mühendisleri eğitim süreçlerinde teorik bilgileri öğrenip bunları uygulama ile hayata geçiriyorlar. Kayıtlı sesleri işlemek, kayıtlı ya da canlı sesleri kontrollü bir şekilde dinleyiciye ulaştırmak, mikrofonlar, sinyal akışı, ses fiziği gibi konular ses mühendisliği eğitimlerinin temellerini oluşturuyor.

Türkiye’de devlet okullarında Ses Mühendisliği bölümü yok. Bu yüzden, bu bölümü tercih etmek isteyenler, yurt dışındaki okullara bağlı özel eğitim kurumlarından eğitim alıyorlar ve diplomaları yurtdışından geliyor. Ses mühendislerinin diplomalarının denkliği olmadığı için Türkiye’de geçerliliği olmuyor.

Geçtiğimiz günlerde sıkça konuşulan, Başbakan Erdoğan’ın olduğu iddia edilen telefon kaydı, ses mühendislerinin gündeme gelmesini sağladı. Ses mühendisi Çağan Tunalı ise bilgisayar programlarına hakim ses mühendislerinin bir kaydın montajlanmış olduğunu çok rahat fark edebileceklerini söyledi:

“Gerekli testler yapıldığında, bir kaydın üzerinde oynama yapıldığı rahatlıkla anlaşılabilir. Sadece ayni anda, ayni ortamda, ayni şekilde  yapılan kayıtlarda yapılan edit işlemleri çok çok zor ayrıştırılabilir.”

10 Ocak 2014 Cuma

Ulucanlar Cezaevi Müzesi

Türkiye Tarihi’nden izler taşıyan Ulucanlar Cezaevi Müzesi’nin proje sahipleri, Adalet Bakanlığı’na ve Ankara Altındağ Belediyesi’ne, restorasyon yapılırken Ulucanlar’ın anılarını sildikleri için tepki gösterdiler.

Ankara Ulucanlar Cezaevi’nin her yeri tarihten izler taşıyordu. Mahkumların duvarlara yazdığı yazılar ve yaptıkları resimler, 15 Haziran 2011’de Altındağ Belediyesi’nin restore etmesiyle tarihten silindi.

Mahkumlar burada yatmasalar bile, o dönemdeki bütün idamlar 1925’te kurulan Ulucanlar’da yapılıyordu. Bu idamlardan biri, günümüzde hala konuşulan ve acıyla anılan Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan idamlarıydı. Belki de onların dar ağacına çıkmadan önce yürüdüğü koridor ve duvarlar, yıllarca onları anlattı diğer mahkumlara.

Sadece onları değil, Nazım Hikmet Ran, Necip Fazıl Kısakürek, Yılmaz Güney, Bülent Ecevit, Fakir Baykurt’u da anlattı o duvarlar. Belki de Ahmed Arif’in burada yazdığı “Hasretinden Prangalar Eskittim” şiirini o duvarlardan okudu yeni gelen mahkumlar.

Mimarlar Odası, 2007 yılında, 30 bin metrekare olan Ulucanlar’ı “Türkiye tarihine tanıklık etmiş bir cezaevi, günümüze nasıl uygun restore edilir” konulu yarışmaya sundu. Yarışmadaki Yüksek Lisans Kategorisi 1. Ödülü’nü mimarlar Figen Kıvılcım Çorakbaş, Gürem Özbayar, Zeynep Kutlu kazanmış ve onların projelerinin, mülkiyeti Adalet Bakanlığı’na bağlı olan Ulucanlar Cezaevi’nde uygulanması uygun görülmüştü.
“Duvarları ellediğimizde sıvalar dökülüyor ve sigaralardan, gazetelerden ve daha bir çok şeyden oluşan zulalar çıkıyordu ortaya” diyor Ulucanlar Cezaevi Müzesi’nin proje sahipleri. “Çıkıyordu” diyor çünkü o zulalar artık yok.

Proje sahipleri binaları anılarıyla dolu, olduğu gibi korumak istemiş, projelerinde bunu yansıtmışlardı. Ama Altındağ Belediyesi ve Adalet Bakanlığı onlar gibi düşünmüyordu. Proje sahiplerinin yaptıkları itirazlar işe yaramadı ve binaların neredeyse sadece labirent yapısı korundu.

Cezaevi modern bir yapıya dönüştürülmeye çalışılırken onlardan sadece temizleyip düzenlemeleri ve bazı yerleri yıkmaları beklendi. Duvarlardaki kurşun kalemle yazılmış yazılar için çok mücadele ettiler ama yazılar belediyenin isteğiyle silindi. Daha sonra eskitilmeye çalışılıp yazılar yazılsa da orjinalliği bozulmuştu bir kere.
Uygulama başlatılmadan önce Ulucanlar’da çok daha sade binalar olduğunu, ama yapılan restorasyondan sonraki yapıların çok şık gözüktüğünü söylüyor fikir sahipleri. Bazı binaların orjinallerinin somon rengi olduğunu ve somon olması gerektiğini söylemişlerdi ancak her yer somon rengi yapılmıştı. Tuvaletler tamamen değiştirilip, çift camlar takıldı.

Proje sahipleri Ulucanlar Cezaevi Müzesi’nin son hali için çok yanlış bir yapıya dönüştüğünü söylüyorlar: “Müze olarak kullanılmak isteniyorsa bunların olmaması gerektiğini söyledik ama insanların gelip konfor içinde gezebilmelerini amaçladılar.” Onlara göre, Altındağ Belediyesi tarihi alanları korumasıyla tanınmak isteyen bir belediye olmasına rağmen hiçbir anı korunmadı. Ayrıca Altındağ Belediyesi, kendi hoşuna giden bir Ulucanlar tarihi yarattı ve insanlara sunmaya çalıştı, bu süreç sadece Belediye’nin karar verici olmasıyla sonuçlandı düşüncesindeler. “Değerler korunuyor gibi görünmesine rağmen bütün değerler kayboluyor. Belediyenin uygulamanın başındaki tavrıyla sonundaki tavrı bir değildi” diyorlar.

Mimarların anlattıklarına göre Ulucanlar Cezaevi’nden geriye kalan tek şey binaların simetrik yapısı ve dar koridorlar oldu. Bütün bunları Bilgi Üniversitesi’nin Kültür Yönetimi Yüksek Lisans bölümünün Perşembe Konuşmalarında anlatırlarken sesleri titriyor, gözleri doluyor. Yaşanmışlıklarla dolu Ulucanlar’a yapılan bu “temizleme” nin bir haksızlık olduğunu söylüyorlardı.


Müzede balmumundan yapılmış heykeller bazı hücrelerde  “Kurtarın beni” diye bağırıyorlar ve hemen yanına gülen bir gardiyan konulmuş. Mimarların söylediği gibi, bu bağıran heykeller Deniz, Yusuf, Hüseyin’in duygularını nasıl yansıtabilir ki yaşanmış anılar silinmişken.

11 Aralık 2013 Çarşamba

ImDb, Kelebeğin Rüyası ve Oscar

Kelebeğin Rüyası’nın, şimdiye kadar Oscar’a gönderdiğimiz 20 filmin içerisinde en yüksek ImDb (Internet Movie Database) puanına sahip olması, Oscar’daki şansının yüksek olduğunu mu gösteriyor?

Yönetmenliğini Yılmaz Erdoğan’ın yaptığı Kelebeğin Rüyası, 86’ıncısı düzenlenen Oscar Ödülleri’nde “En İyi Yabancı Dilde Film” dalında Oscar aday adayı oldu. Dünya’da sinemaseverlerin verdiği oylarla belirlenen ve filmler için önemli bir otorite haline gelen ImDb’de 7.9 oy ile, bugüne kadar Oscar’a gönderilen Türk filmleri arasında en yüksek oyu alan Kelebeğin Rüyası’nın, Oscar’da ne derece başarılı olacağı merak konusu.

2 Mart 2014’de sahiplerini bulacak Oscar Ödülleri’nde yarışacak olan Kelebeğin Rüyası, ImDb’de aldığı 7.9 oy ile başarılı bir film olduğu düşüncesi ve ödülü kazanma umudunun yanında tartışmaları da beraberinde getirdi.

Kanal D’de yayınlanan “Cinemania” programının editörü Fırat Sayıcı, ImDb’nin yeterli referansa sahip olmadığını düşünüyor. Sayıcı, ImDb’nin oldukça şeffaf bir sistem olduğunu, fakat her izleyicinin iyi bir sinema izleyicisi olmadığını, bu durumun da oyların gerçekliğini etkilediğini söylüyor. Sayıcı, “Örnek vermek gerekirse Ender’s Game, son zamanlarda izlediğim en kötü bilim kurgu filmlerinden biriydi. ImDb’deki puanı ise 7.2, bu çok gülünç” diyor.

ImDb  izleyici kitlesinin sinema bilgisinden şüphe eden sadece Fırat Sayıcı değil. Cumhuriyet Gazetesi'nde film eleştirmenliği ve sinema konulu röportajlar yapan Alper Turgut, ImDb'de Kelebeğin Rüyası'na 6 bin 12 kişinin oy verdiğini, dikkate alınması gereken bir kitle olmasına rağmen önemli olanın ayrıntıda gizli olduğunu belirtiyor. Oy verenlerin yüzde 43,7'sinin filme 10 tam puan verdiğini belirten Turgut, bunun güvenilir olmadığını ve kesinlikle ImDb'deki puanın referans alınmaması gerektiğini söylüyor:

“Kelebeğin Rüyası’na, sitede puan verenlerin yüzde 43.7’sinin 10 tam puan vermesi şaka gibi… Birileri bol keseden 10 yağdırmış…Bu sonuca sadece gülerim, kıs kıs gülerim, o kadar.”

Bu düşüncelerin yanında ImDb'nin dikkate alınması gerektiğini düşünenler de var. Öyle ki,  Sinematek Derneği'nde “Film Analizi” dersi veren Barış Saydam konu ile ilgili olarak, “Wikipedia' nın yaptığını ImDb  sinema alanında yapıyor, katılımcıların içeriğe katkılarıyla büyüyor ve genişliyor. Bu açıdan ImDb filmler için önemli bir referans site” diyor.

Peki, Kelebeğin Rüyası’nın Oscar adayı olma şansı var mı?

Sinema eleştirmenlerinin çoğunluğu bunun çok zor olduğunu düşünüyor. Bazıları filmin anlatım açısından yetersiz olduğunu vurgularken bir kısım sinemacı da kütürel uzaklık nedeniyle Kelebeğin Rüyası gibi filmlerin jüriye hitap etmeyeceğini düşünüyor.

SİYAD (Sinema Yazarları Derneği) yönetim kurulu üyesi Fırat Yücel, Kelebeğin Rüyası filminin şiire ve yaratma güdüsüne övgü olarak düşünülmüş bir film olmasına rağmen çok az sahnede bu coşku hissini yakalayabildiğini söylüyor. Fırat Yücel Kelebeğin Rüyası için, “Son yıllarda, düşük bütçe ile zekice yapılmış filmleri seçen akademi için Kelebeğin Rüyası demode kaçabilir. Film sanki bugünün değil, 15 yıl öncesindeki akademinin sevebileceği bir film gibi” diyor.

Film eleştirmeni Alper Turgut da Kelebeğin Rüyası için olumsuz eleştiri yaptı. Alper Turgut film hakkında, oyuncu seçimindeki yanlışlık, senaryodaki aksamalar, tempo sorunu, siyaseten tarafgirlik gibi pek çok olumsuzluğa değiniyor.

“Cinemania” programının editörü Fırat Sayıcı, Kelebeğin Rüyası için, hem ele aldığı konu, görsel yetkinliği hem de oyunculuk olarak tatmin edici bir film olduğunu söyledi. Ancak süresinin gereksiz yere uzun olduğunu ve Belçim Bilgin’in o rol için uygun olmadığını da vurguluyor.

Fırat Sayıcı, Kelebeğin Rüyası’nın Oscar Ödülü’nü kazanma şansı için, “Ödülü alan filmlerin yönetmen ve oyuncularına bakarsak, Türkiye'nin bu kaliteye sahip olmadığını ve uzun bir sürede ödülü kazanmasının zor olduğunu söyleyebiliriz” diyor.

Sayıcı, Oscar’ın sadece bir tören ya da yarışma olmadığını, Hollywood’un tüm dünyaya kendini pazarlama yöntemi olduğunu, ve bu pazarlama şöleninde Türkiye gibi bir ülkenin şansının pek olmadığını belirtiyor.

Star Gazetesi sinema yazarı Elif Tunca da görüşü destekleyerek, başarılı olan ülkelerin kültürlerinin yakın olduğunu, hikayeleri daha kolay kabullendirdiklerini ve anlamlandırdıklarını söylüyor:
“ Peki İran nasıl aday gösteriliyor denebilir. İran sinemasında köklü bir kültürel devamlılıktan dolayı, bizdekilerden daha sağlam bir anlatı yapısına rastlanabiliyor. Mecid Mecidi' nin Cennetin Çocukları filmi buna örnektir. “

Kelebeğin Rüyası’ nda ajitasyon dozunun yüksek olduğunu söyleyen Tunca, filmin şiir ve şair odaklı olmasına rağmen şiir ruhundan çok uzak olduğunu vurguladı: ”İki genç şair karakterin ağzına birkaç mısra koyunca şiirsel bir iş yapmış olmuyorsunuz maalesef. “

SİYAD Yönetim Kurulu Üyesi Deniz Yavuz ise, son 30 yılda Oscar'a 20 filmin gönderilmesinin ve ülke içerisinde bir akademinin toplanarak Oscar'a gönderilecek filmi seçmesinin büyük bir başarı olduğunu belirtiyor.

Yavuz, Kelebeğin Rüyası için ise film dili sebebiyle yenilikleri içinde barındıran bir film olduğunu, tanınmış isimlerin yer aldığını, BKM’nin bu film için tanıtım çalışmaları yapabilecek bir şirket olduğunu ancak Oscar’da başarı için bu yerel başarıların bir önemi olmadığını söylüyor.

Zaman Gazetesi sinema yazarı Ali Koca, “Kelebeğin Rüyası yeniden yapılanan kurgusu ile ( ikinci kez vizyona giren hali) tam anlamıyla Oscar için yapılmış bir film” diyor. Koca, Kelebeğin Rüyası' nın ABD'de yaptığı lobi faaliyetleriyle ( Akademi üyelerine filmi izletme ve söyleşi yapması) şansını artırma gayretinde olduğunu, 'Oyun' u kuralına göre oynadığını ve Oscar’ı kazanma şansının yüksek olduğunu söylüyor.

ImDb:

ImDb şuanda dünyadaki en popüler film sitesi konumunda. 1990 yılında kurulan ImDb, 1998 yılında dünyanın Amazon.com’a satıldı. Günümüzde 48 milyon kayıtlı üyesi bulunan ImDb’yi, her ay 100 milyonu aşkın kayıt dışı üyenin ziyaret ettiği söyleniyor.


İzleyicilerin oyları ile filmlerin puanının hesaplandığı sitedeki filmlere verilen oylar, bir formül üzerinden hesaplanıyor. Örneğin; siz bir film izlediniz ve oy vermek istiyorsunuz. Sizin verdiğiniz oy ile filmin güncel puanının toplamı, oy veren kişi sayısı ile filmin sıralamasının toplamına bölünüyor. Bu işlemden sonra sizin verdiğiniz oy filmin güncel puanını etkiliyor ve ortalamayı değiştiriyor.

1 Aralık 2013 Pazar

“Bir fırtına tuttu bizi” Selanik’e savurdu


Meriç Nehri’nin sakinliğine dalmış izlerken, Mehmet ile Yorgo’nun beraber görev yaptığı “0” noktasından geçtiğimi fark ettim.

Nedendir bilinmez, Yunan askerleri Türk askerlerine göre pasaport kontrolü yaparlarken çok daha yavaş hareket ediyorlar. Aslında bu durum sadece Yunanistan’da değil, İtalya Fransa gibi, diğer bazı Avrupa ülkelerinde de böyle. Bu yüzden, her ne kadar Yunanistan topraklarına giriş yaptım diye düşünseniz de, aniden duraksıyor ve 2 saati geçen kontrol çilesini yarım saat arayla tekrar yaşıyorsunuz.

Ve tekrar…

Bu kadar kontrollü olmalarının sebebini, daha vize alma işlemlerinde, daha önce gittiğim ülkelerin istemediği belgeleri istediklerinde düşünmeye başlamıştım. Nihayet sebebini öğrendiğimde şaşırmadım. Meğer Türkiye’den Avrupa’ya ilk çıkış kapısı olduğu için Yunanistan  böyle sıkı yöntemlere gitmiş.

Saatler süren sessiz bekleyiş yerini bir yolcunun endişeli sesiyle bozuldu. Yunan askeri, otobüsten bir kişinin ülkeye girmesine izin vermiyordu. Sebebi ise tur şirketinin dikkatsizliğiydi. Yolcunun vize başlangıcı birkaç gün sonraydı. Uzun uğraşlardan sonra uzlaşma sağlanamadı ve yolcu inmek zorunda kaldı. Onunla birlikte arkadaşı da yalnız bırakmak istemeyip indi sınır kapısında. Sessiz, karanlık, sadece tırların olduğu bomboş bir alanda sabahın dördünde iki kadın…

Rehber bir saat sonra Yunanistan’dan dönecek olan bir otobüsün onları alacağını söyledi. Pasaportları defalarca kontrol eden rehber… Peki ya o saate kadar ne yapacaklardı?
Bu şoku bir süre atlatamadım. Altı saatini otobüste geçirip sınırda o saatte inmek zorunda olmak çok sinir bozucu olsa gerek…

Gözlerimi açtığımda uçsuz bucaksız Volvi Gölü’ne bakakaldım. Bizdeki Sapanca’ya benziyor ama dikkatimi ağaçların arasına tek tek yerleştirilmiş iki katlı evler çekti. Göl öylesine dingin ki, evler onu izlemek için huzurla ağaçların arasındaki yerlerini almışlar.

Ve Selanik görünür…

Atatürk’ün doğduğu,
kuruluşu Roma İmparatorluğu’ndan da eskiye dayanan
tarihi büyülü kendisi yorgun,
ismini Büyük İskender’in kardeşinden alan şehir,
Thessaloniki…

Şehir merkezine girdiğinizde az önce gördüğünüz dingin manzara birden gözünüzün önünden siliniyor ve İstanbul’un o karışık binalarından pek de farkı kalmıyor. Ancak tek bir farkı var ki, sokaklarda İstanbul kadar insan ve araç göremiyorsunuz.

Şehre girdiğimde ilk ilgimi çeken yer Aya Dimitrus Kilisesi oldu. Hristiyan olduğu için Dimitri adında bir aziz, Hristiyan olmayan Romalılar tarafından öldürülüyor. Bu kişi adına 403 yılında Aya Dimitri Kilisesi yapılıyor. Geçmişte yanan ve sadece temeli kalan kilise yeniden inşa edilmiş. Kilise, Osmanlı döneminde cami imiş. Aya Dimitrus, Selanikliler tarafından şehrin “koruyucu meleği” olarak konumlandırılmış.

Aya Dimitri’ye girer girmez değişik bir koku hissettim. Tütsü desen değil, sabun desen değil. Daha önce tanımlamadığım bir koku…

Bu koku eşliğinde önlere doğru yürüdüğümde muazzam bir manzara karşıladı beni. Selanik’in sıkıcı sokaklarından geçip buraya girmek adeta uyandırdı duygularımı. İnsanlar İsa’nın olduğu tabloyu öpüp, dua edip, ağlıyordu. O kadar içten ve tutkuyla yapılan bir hareketti ki bu, onları dakikalarca hareketsiz seyretmeme neden oldu.

Biraz daha ilerlediğimde bazı din adamlarının insanlara bir şeyler yedirip dua ettiklerini, bazılarının ise ilahi okuduğunu farkettim. Ayinden ayrılanlar ise kilisenin koyduğu değişik tatta ekmekleri yüzlerine sürüp öpüyorlardı.

1912’lerden sonra, Osmanlı’nın elinden alındıktan sonra, hızla helenleştirilen şehirde Ortodoks yapı hakim. Helenizm, Grek kültürünü doğu kültürüne yayma çabasıdır. Yani Türkleştirilen Yunanistan, hızlıca eski kültürüne döndürülmüş. 1912’de Yunan Krallığı’na bağlanan ve Osmanlı geçmişini bir an önce unutmaya çalışan Selanik’de, Osmanlılar tarafından inşa edilmiş, senelerdir Ege Denizi’nin maviliğini izleyen tek bir yapı kalmış.  Günümüze kadar gelmiş tek ayakta kalmış yapı ve Selanik’in simgesi olan Beyaz Kule…

Beyaz Kule, Kanuni zamanında yapılıyor. Ancak Yunanlılar tarafından  alındıktan sonra şehri vaftiz etmek ve Osmanlı’dan arındırmak için bu kale dahil her yer beyaza boyanıyor. Böylece ismi Beyaz Kule olarak kalıyor. Kulenin şimdiki duvarları beyaz değil, günümüze kalmamış. Vaftizden kalan tek miras ismi olmuş.

Biraz ilerden yukarıya doğru çıktığınızda Bizans döneminde yapılmış Yedikule Surları karşılıyor sizi. Sur içinde bizde de olduğu gibi çarşı alanı var. Çarşıda simitçi, aktar, kağıtçı, hediyelik eşya dükkanları ve tüm şehirde olduğu gibi çok sayıda pastane ve börekçi mevcut.

Surları geçip Selanik Kalesi’ne girdim. Burada kalenin içini büyük merdivenleri çıkarak gezebilir ve Selanik’i panoramik izleyebilirsiniz. Kale içindeki özellikle hediyelik eşya dükkanları diğer Avrupa ülkelerine göre epey ucuz. Diğer ülkelerde 10 Euro’ya aldığınız  magnetler burada 1 Euro.

Aristotales Meydanı’na doğru giderken, Yunan krizinde büyük rol oynamış Tripeza Bankası’nın önünden geçtim. Yunanistan’daki söylenen kriz insanların haklarını hükümetten alamadıkları için yaşanan bir kriz. İnsanlar Türkiye’deki gibi açlıkla savaşmıyorlar. Buradaki emekli maaşlar yüksek ve insan hakları oldukça gelişmiş. Şimdiki hükümet, bu hakları ve maaşları azaltmaya çalıştığı için halk ve hükümet çatışma içerisinde.
Bina çok ihtişamlı ve devasa yapılmış diye düşünürken önüme bir araba galerisi çıktı. Lüks arabaların 3000 Euro civarındaki fiyatları görenleri çok şaşırttı ve düşündürdü. Araba fiyatları böylesine uygunken caddelerde lüks arabaların yer almaması çok şaşırtıcıydı.

Şehirde dolaşırken cadde üstü yada sokak arası farketmez, apartmanların hepsinin geniş balkonlu ve aynı en ile boya sahip olduğunu göreceksiniz. Aristotales Meydanı’nda, M.Ö. yaşamış önemli bir filozof olan Büyük İskender’i eğiten Aristotales’in heykeli mevcut. Bu meydanda daha önce duymadığınız kulakları tırmalayan korkutucu jet seslerini duyabilirsiniz. Bu jet uçaklar akrobasi hareketler yaparak gösteri yapıyorlar, ancak sesi hiç de görüntüsü kadar hoş değil.

Bizde Çırağan Sarayı nasıl büyük bir otelse bu meydanda da Electro Palas Oteli ve binaları çok ünlü. Kanuni tarafından yaptırılan Beyaz Kule de bu meydanda yer alıyor. Bu meydandan Beyaz Kule’ye kadar, kordon boyunca fastfood, balık restoranları yada sadece içecek olan restoranları var. Frappe buranın geleneksel içeceği ve çok yaygın bir şekilde satılıyor.

Bize coğrafi olarak ne kadar yakın olsalar da, burada Türk damak tadına uygun yemek bulmak biraz zor. Bu yüzden eğer Türk damak tadına uygun bir restoran arıyorsanız Aristotales Meydanı’nda kordon boyundaki Mangio’yu deneyebilirsiniz. Fiyatlar uygun, yemekler güzel ancak servis yavaşlığını göze almanız gerekiyor.   
Selanik’in gece hayatı ise oldukça hareketli. Publar hiç boş kalmıyor. Özellikle Aristotales Meydanı’nda, gecenin ilerleyen saatlerinde bol bol insan görebiliyorsunuz.

Selonique...
Salonik…
Bizans, Osmanlı ve Yunanistan’ın en önemli şehirlerinden olan,
Balkanlardaki tüm devletlerin günün birinde bayraklarını dikmek istedikleri,
İstanbul’un kızı İzmir’in ikizi olan şehir.

Tarihinde birçok kültürü barındırmış ve dünyanın sayılı şehirlerinden olan Selanik, geçmişinde yaşadığı büyük depremler ve yangınlar sonucunda tarihi güzelliklerinin çoğunu kaybetmiş. Burada 1950’lerden kalan bir mimari yapı göremezsiniz diyor rehber. Gerçekten de sayılıydı gördüklerim. Tarihindeki hareketlilikten midir bilinmez, sokaklar ruhsuz, yorgun, sakin…

Ancak Selanik için çok fazla mürekkep kullanılmış. Arşivlerinde Selanik üzerine yaklaşık 3350 çalışma var.
Yunanistan’ın Atina’dan sonraki 2. büyük şehrinde 365 bin kişi yaşıyor. Sokaklarda insan görmememe şaşırmamak gerek.

10 Kasım günündeki Atatürk Evi manzarasına değinmemek olmaz…

Atatürk Evi’nin önündeki cadde Yunan polisleri tarafından kapatıldı. Günlerdir sokaklarda göremediğimiz Yunan polisi bugün özel güvenlik önlemleri almıştı Türk Konsolosluğu ve Atatürk Evi’nin önünde.

Saat 9 a geliyor…

Daracık alanda, yüzlerce insanın Atatürk’ün evine girebilmek için parlayan gözlerini görebiliyorsunuz.
Kalabalık var, insanlarda tutku var ama organizasyonda coşku yok. Ses sistemi ve evin bahçesinde konuşma yapanların görüntüsünü veren ekran bahçe kapısının üzerine kurulmuş. Dışardaysanız içeriyi buradan görüyor ve duyuyorsunuz. Ancak o gün kamera daha çok evin dışındakileri çekti.

Saygı duruşu, İstiklal Marşı, misilleme Andımız’dan sonra yapılan “Türkiye laiktir laik kalacak”, “Her yer Taksim her yer direniş”, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganları, balkonunda minik bir Yunan bayrağı bulunan teyzenin, balkonunda oturup toplanmış kalabalığı izlemesine neden oluyor.
Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu’nun konuşmasından sonra artan sloganlara, buranın slogan için uygun bir yer olmadığını düşünenlerin katılmamasıyla son veriliyor. Kısa süren sloganlardan sonra resmi tören de bitiyor. 

Törenden sonra katılan birçok okulun öğrencileri hazırladıkları konuşmaları  sundular. Türkiye’deki törenlerden tek farkı, Yunan polislerinin aldıkları önlemlerle birlikte garip bakışları.
Ve de azınlık olmanın verdiği his… Lütfedilen anma töreni…


Gözbebeği Selanik’ten ayrılırken, çok istemesine rağmen, Yunanlılara geçtikten sonra Selanik’i bir daha hiç göremediği için, sevdiği Selanik türküleri eşliğinde, Atatürk’ü bir kez daha andım…

17 Kasım 2013 Pazar

Türkiye gündemi Atatürk Evi’ne taşındı




 Mehmet ile Yorgo’nun beraber görev yaptığı sınır kapısından giriş yaptık Yunanistan’a. 10 Kasım’ın önemi hissedilmeye başlamıştı otobüste. Binlerce kişi bakanın konuşma yapacağı 10 Kasım törenine doğru yola çıktı. Kuruluşu MÖ 315 yılına dayanan, ismini kurucusu Makedonya Kralı Kassandros’un Makedonya tahtında hak iddia edebilmek için evlendiği, Büyük İskender’in kız kardeşi Thessaloniki’den alan şehre, Selaniki’ye… Selanik’e…
Selanik, 1912’de anlaşmayla Yunan Krallığı’na verilen ve Osmanlı geçmişini bir an önce unutmaya çalışan bir şehir. O kadar ki, Selanik’te Osmanlılar tarafından inşa edilmiş, günümüze kadar gelmiş, tek düzgün kalmış yapı ve Selanik’in simgesi olan Beyaz Kule, Kanuni zamanında yapılıyor. Ancak Yunanlılar tarafından  alındıktan sonra şehri vaftiz etmek ve Osmanlı’dan arındırmak için bu kale dahil her yer beyaza boyanıyor. Böylece ismi Beyaz Kule olarak kalıyor.          


Atatürk Evi ise dışardan bakıldığında hala ilk günkü güzelliğini koruyordu. Aya Dimitriya Mahallesin’de ve Apostolu Pavlu Caddesi üzerinde yer alan Atatürk Evi, Yunan polisleri tarafından caddede trafiğin olmasını engellemek ve gelen geçeni denetlemek adına kapatıldı. Polis, özel güvenlik önlemleri almış, ziyaretçi Türkleri bekliyordu. Bir süre caddeden sadece Türklerin geldiği otobüslerin geçmesine izin verildi. Türkler, biraz sonra  “Her yer Taksim her yer direniş” sloganları atılacak törene doğru gidiyordu.

Daracık alanda, yüzlerce insan Atatürk’ün evine girebilmek için parlayan gözlerle bakarken saat 9 a geliyor…
Ses sistemi  ve evin bahçesinde konuşma yapanların görüntüsünü veren ekran, bahçe kapısının üzerine kurulmuş. Dışarda yani bahçe kapısının dışındaki alandaysanız, içeriyi buradan görüyor ve duyuyorsunuz. Ancak o gün ekran daha çok evin dışındakileri gösterdi.
Türkiye’deki sirenler elbette burada yok. Hafif bir müzik eşliğinde 2 dakika saygı duruşu…

İstiklal Marşı ve misilleme Andımız’dan sonra yapılan, “ Türkiye laiktir laik kalacak”, “Her yer Taksim her yer direniş”, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganları, balkonunda minik bir Yunan bayrağı bulunan teyzenin, balkonunda oturup toplanmış kalabalığı şaşkınlıkla izlemesine neden oluyor. Kadın Türklerdeki gerginliği hissetmişti ve gözünü ayırmadan töreni izliyordu. Onu fark eden ziyaretçilerin yüzlerindeki gülümseme kısa sürdü.
Tam da “Keşke duyduğum şeyler arasında Atatürk’ün sevdiği şarkılar olsa da yapılan şey resmi törenin görev algısından biraz olsun çıksa” diye düşünürken gelen bu sloganlar, Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu’nun konuşmasından sonra arttı. Bakan geldikten sonra insanların yüzlerindeki heyecan birden yerini öfkeye bıraktı. Artık yüzlerde Atatürk’ün Evi’ni görmenin ve onu anmanın mutluluğu yerine hoşnutsuz homurdanmalar vardı.

“Büyük Türk milleti, kendisinin milletimize vasiyet olarak söylediği, muhasır medeniyet seviyesinin üzerindeki yolculuğa, onu daha iyi anlayarak, onun o mücadeleci ruhunu milletle gönül gönüle, omuz omuza yaptığı mücadeleyi, bundan sonra biz de milletimizle birlik ve beraberlik içinde, güçlü Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni oluşturmanın gayreti içinde olacağız” diyordu Müezzinoğlu. Ancak dışardaki insanlar, o konuşurken sesleri daha da yükseldiği için bakanın bu sözlerini anlamamıştı. Anlayanlardan da “eminim öyledir” konuşmaları geliyordu.

İki bini aşkın kişinin olduğu alanda, milletvekilleri, sivil toplum kuruluşları üyeleri ve gazeteciler göze çarpıyordu. Ayrıca çok sayıda insan grup halinde Ata’yı anmak için Yunanistan’ın yolunu tutmuştu. Bu insanlardan kimisi ağlıyor, kimisi slogan başlatmaya çalışıyor, kimisi de onları videoya çekiyordu.
Resmi törenden sonra, katılan birçok okulun öğrencileri hazırladıkları konuşmaları sundular. Türkiye’deki törenlerden tek farkı Yunan polislerinin aldıkları önemler ve Yunan vatandaşlarının şaşkın bakışlarıydı…

Atatürk evi:
Atatürk'ün yaşadığı evi 1932 yılında Yunan Başbakanı  kendisine hediye ediyor, ancak Atatürk buraya hiç dönemiyor. Bu yüzden dışişleri bakanına talimat veriyor ve buranın konsolosluk olmasını istiyor. Öldükten sonra ise müze olarak kullanılmaya başlanıyor.
Mustafa Kemal Atatürk’ün doğduğu ev, Kültür ve Turizm ile Dışişleri Bakanlıkları tarafından restore edildi, çalışmalar 3 yıl sürdü. Ağustos 2013’de Bakan Ömer Çelik tarafından yeniden açıldı. Müzede sadece eşyaların fotoğrafları yer alıyor. Eşyalar ise restorasyon çalışmasından sonra Ankara, Samsun ve İznik'teki müzelere gönderildi. Modern müzeye dönüştürülen Atatürk Evi’ne Marmara Üniversitesi, Yeditepe Üniversitesi ve Fatih Üniversitesi katkıda bulundu.
 Eşyaların imitasyon olduğu, Atatürk’ün onları hiç kullanmadığı söylense de Atatürk Evi’ne giden ziyaretçiler beklediklerini alamadıklarını söylüyorlar.  Gazeteci Stelyo Berberakis de ziyaretçilerin görüşlerini paylaşıyor:
“Tadilattan geçmiş yeni evi ziyaret edenler, ‘Atatürk Müzesi’ yerine, yeni inşa edilmiş kiralık lüks ve boş bir dairenin içinde dolaşır gibi hissediyor kendilerini. Ben Atatürk’ün gerçekten müze niteliği taşıyan eski evinin korunmasını isterdim.”

Evde Murat Taşkın’ın yaptığı Atatürk'ün balmumu heykeli var. Bahçeye girdiğinizde Atatürk doğduğunda babası tarafından dikilen nar ağacını görüyorsunuz. Bu ağaç Atatürk'ten arda kalan tek canlı varlık…